25 Kasım 2011

The Young Victoria

 
Kraliçe Victoria’nın genç yaşında iktidara yürüyüşünün öyküsü. Victoria, Britanya tarihinin en uzun tahtta kalan kraliçesi. Ayrıca filmin odak noktası olarak, Prens Albert ve kraliçenin mükemmele yakın evliliği anlatılıyor. Bu dönemleri anlatan tüm filmlere özel bir ilgim var. Neden derseniz dünya tarihindeki en şık kıyafetler, en zarif kadınlar, en kibar erkekler bu dönemde sanki. Ya da uzaktan bakınca öyle görüyoruzdur bilemiyorum:)

Genç Victoria'mız filme başlarken prensesliğin ne kadar zor olduğuna dair fikirlerini sunuyor, ama kim inanır?
Her sarayda olduğu gibi İngiltere sarayında da günlük hayat entrikasız yürümüyordu. Victoria, 18 yaşında imparatoriçe oldu ve İngiltere'nin en sevilen hükümdarlarından biri haline geldi. Victoria, zarif ve güçlü kadın rolünü benimsemiş, çok da başarılı olmuş. Kadın ve erkeğin rollerini tartıştığımız şu günlerde tablo hoşuma gitmedi değil. Ayrıca film, eşi kraliçe olan bir adamın yaşadığı sorunları da yansıtıyor. Yine de mutlu bir evlilik yaşadıkları biliniyor. Albert'ın ölümüyle çok sarsılan kraliçe, ölene kadar siyah kıyafetler giymiş, eşinin yasını tutmuş ve Albert'in kıyafetlerini sarayda her gün görebileceği yerlere koydurmuştu. Eee bu kadar sadık bir kadın olarak tutuculuğun simgesi haline gelmesi normal. Tam da aşk filmlerine konu olacak cinsten.
3 dalda aday gösterildiği Oscar’ı en iyi kostüm dalında kazanan film, izlenmeye değer diyorum.

8 Ekim 2011

Sınır Ötesi

Dünyada olup biten kötü şeylere müdahale edebilmeniz mümkün değil. Ama bunu bir filme dönüştürmek bana göre en işe yarar yöntem. Meksika'da işlenen kadın cinayetleri ve tecavüzler inanılmaz derecede yüksekken, faillerinin bulunamaması çok acı. Özellikle işçi olan bu kadınların ölümlerinin önüne ne polis ne de gazeteciler geçebilmiş. Araştırdığıma göre ve zaten filmde de izleyeceğiniz üzere bu suçlar tamamen devletle bağlantılı. Organ mafyaları, uyuşturucu kaçakcıları ve diğer suç örgütleri hiçbirşeyden çekinmeden toplum üzerinde baskı kurmuş durumda.

Bunları düşünerek, böyle bir filmin yapılmış olması en azından yaşanılanların bilincinde olunduğunu gösteriyor. Konusu: Amerika’yı etkileyen gerçek bir olaydan uyarlanan Bordertown, bir kadının adalet için verdiği hırslı mücadelesinin öyküsüdür. Lauren Frederick (Jennifer Lopez), Chicago Herald’da çalışan hırslı bir gazetecidir. Editörünü (Martin Sheen) etkilemeyi amaçlayan Lauren ona büyük bir hikâye sözü verir ve araştırma yapmak üzere Meksika sınırındaki Juarez’e gider. Juarez korkuyla sarılmış bir şehirdir. Yüzlerce yerel kadın vahşi bir şekilde tecavüze uğrayıp öldürülmüşlerdir ve yetkilerden hiç kimse bunu dikkate almıyormuş gibi görünmektedirler.

Jennifer Lopez ve Antonio Banderas'ın latin kökenli olması filmin başarısını kat kat arttırmış bence. Zaten ikisinin de oyunculuklarını beğeniyorum. Asla sıkıcı değil, aksiyon ve dram türünde benim bayıldığım bir film. Öneririm:)

6 Ekim 2011

Ayın Şarkıları


Bu ay için seçtiğim şarkılar birbirinden çook farklı. Florence+the Machine yeni keşfim ve bu ara en çok 'what the water gave me' dinliyorum. Yavaş müziği sevenler için öneririm çok dinlendirici.

Diğeri Maroon5 C. Aguilera ikilisinden 'moves like jagger'. Yani ben bayılıyorum nedense.

24 Eylül 2011

Parlayan Hançerler



Parlayan Hançerler bol aksiyonlu bir film olsa da bana göre dram yönü daha ağır basar.  Hong-kong ve Çin yapımı olarak nadir izlenilebilecek bir film. Şahsen jackie chan dışında uzakdoğu filmlerinin hiçbirini sevmem. Ama bu film başka. Öncelikle bir filmde aradığım ilk şey eline yüzüne bakılacak türden başrollerdir ki burda Takashi Kaneshiro beğendiğim tek Çinli olarak beni bile şaşırttı. Filmin başlarında oyuncuları ayırt edemezseniz paniklemeyin, ufak tefek farkları bulursanız alışacaksınız. Havada koşarcasına uçmalarına rağmen, uzakdoğunun mükemmel doğası filmi kurtarmış.


Eğer aşk filmi izlemek istiyorsanız ve hepsi birbirinin aynı olan romantik komedilerden sıkıldıysanız bu filmi öneririm. Çünkü filmde işlenen aşkı farklı buldum (esas kız kör olduğundan). Ayrıca yine bir uzak doğu filmi olmasından dolayı farklı müzikleri var, ben duyar duymaz bayıldım ve hala sıkılmadan dinliyorum. Filmin final sahnesi gerçek dışı olmasına rağmen, tek sahnede dört mevsimin geçmesi bence harikaydı. (eren gördüğün gibi bir tane de olsa uzak doğu filmi izledim:)



6 Eylül 2011

Başak


Burçlar konusu tartışmalı. İnanan var inanmayan var. Aslında seçme şansım olsaydı bende burçların insanları bu kadar etkileyebileceğine inanmazdım. Gel gelelim burcum beni ben yapan şeymiş, araştırınca öğrendim. Meğer tüm gıcık huylarım burcum yüzündenmiş. Günlük fallara inanmamaya devam ediyorum, ama burcumun genel özelliklerini eksiksiz taşıdığımı da inkar edemem. Buyrun başak burçları, ne kadar huysuz olduğumuzu öğrenelim:

Başak burcu insanı ayrıntıcı ve acımasızca eleştiren, değişken, titiz, sürekli öğüt veren, aceleci, telaşlı, endişeli, huysuz, utangaç, işkolik olurmuş vs. vs. vs. Burcumun bana en büyük zararı eleştiri özelliği. Kurtulmaya çalışsanız da olmuyor, kusursuz bişey varsa bulun getirin onu da eleştirebilirim.


Çekingen ve tutuk göründüğümüz için sevgiye, aşka karşı isteksiz olduğumuz duygusunu verebilirmişiz. İlişki kurma sanatını öğrenmemiz şart!. En fazla eleştirdiğimiz kişiler en sevdiğimiz insanlarmış (bi de kardeşim çok bıdı bıdı yaptığım için onu sevmediğimi düşünür). Ancak eleştiri kabul etmeyiz, çünkü zaten kendimizi de sürekli eleştiriyoruz. Aşık olduğumuzu gösteren en önemli ipucu: Tartışma anında savunmaya geçmemeyi öğrendiğimizde iyi bir ilişki için hazırız demektir (işte bu imkansız!). Başaklar kendilerini hiçbir kişiye kullandırtmazlar, sınırı geçenlere hayır demesini bilirler. Sürekli oflar puflar şikayet eder, ama şikayet edenleri sevmezler.

Talibi çoktur, evleneceği kişiyi seçerken güçlük çeker (evet ya aynen!). Mükemmeli sevdiğinden en iyi erkeği bulma arayışındadır. İdealindeki insanı bulamazsa, ömür boyu bekar kalabilir (Neyse ki ömür boyu bekar kalacak tek başak ben değilmişim). Başak kadını sevgiden korkar, sevgiyi bulursa da fedakârlıktan kaçınmaz. Hatta büyük bir tutku haline gelen işini bile bırakabilir. Yalnız bekar kalmak ve aşık olup işinden vazgeçmek çok zıt davranışlar olsa da , başak burcu için normal:)

19 Ağustos 2011

Trainspotting


Burcu'lara giderken otobüste bu film vardı. Normalde bu tarz filmleri sevmiyorum. Ama filmi öneren Tom olunca akan sular durur. Her writing ve speaking dersinde Breavheart'tan bahsedip, İskoçlara hayranlığımı dile getirmem kendisini şaşırtmış olacak ki bu filmi izlememizi istedi. Tabi William Wallace aşığı olarak yetişip, Breavheart'ı otuz kere izleyen birine İskoçya'yı kötüleyemezsiniz:D Gelelim filmeee.
Trainspotting bir oyun, bir hobi demekmiş. Tren istasyonuna oturup gelen geçen trenlerin numaralarını yazarak, ülkedeki tüm trenleri görene kadar süren bir hobi. Filmin adıyla filmin konusu birbirini tamamlamasa da geleneksel bir hobiye gönderme yapılmış. Yani filmde tren numarası yazdıkları filan yok. Uyuşturucu bağımlısı İskoç gençlerin hayatı anlatılıyor. Şimdilerde çok iyi bildiğiniz oyuncuları bu filmde tayt giymiş ergenler olarak izleyeceksiniz: Renton (Ewan McGregor), Spud (Ewen Bremner), Begbie (Robert Carlyle), Sick Boy (Johny Lee Miller) ve Tommy (Kevin McKidd). Burda en çok övgüyü hakeden şu aşağı fotodaki ruh hastası, Robert Carlyle bence.

Filmi uzun uzun anlatmaya gerek yok. İngiltere sömürgesi bir ülkenin milletinin içler acısı halidir yani bu film. William Wallace İskoçya'yı yarı özgür yapmış yapmasına. Ama Tom'a göre tüm suç İngilizlerde değilmiş. Şimdilerde İskoçlar publara oturup İngilizlere sövmekten başka bişey yapmıyorlarmış. İşte bu filmde buna parmak basıyor. İngiltere gibi bir ülkenin altında ezilen İskoçya, oturup kaderine lanet etmekten başka bişey yapmıyor, gençler uyuşturucu kullanıyor ve herşeyin sorumlusu İngiltere oluyor. Yani aslında İskoçlara alkolik, uyuşturucu bağımlısı ve işe yaramaz demek istenmiş bence. Eeee tabi ben travma yaşamadım değil. Hayranlık duyduğum doğası, kültürü ve müziği ile bunların bir işe yaramayacağını gösteren İskoçlar. Her neyse. Uyuşturucu bağımlılarının hayatını anlamak açısından güzel bir film. Önerilir.


7 Ağustos 2011

The Girl İn The Cafe

Aynı gün iki kez izlediğim bir film 'The Girl İn The Cafe'. Aslında üst üste izlenilecek bir film de değil. Hatta sıkıcı. Ama içinde bulunduğumuz dönemi çok iyi yansıttığı için sevmiş olabilirim.
Gina ve Lawrence'ın ilişkisi pek de romantik komedilere benzemiyor. Yine de Lawrence'ın acemi hallerine gülmemek elde değil. Başrollerde Karayip Korsanları'nın Davy Jones'u var. Film ayrıca İngiliz filmi olduğundan ingilizcesini geliştirmek isteyenlere tavsiye ederim. Özellikle kadın harika konuşuyor, söylediklerini dışımdan tekrar etmekten kendimi alamadım:D
Her neyse. İngiltere başbakanı ve maliye bakanı Afrika'ya yardım yapılıp yapılmamasıyla ilgili bir tasarı hazırlamıştır. En güçlü sekiz liderin anlaşmaya varıp yardıma muhtaç insanlar için bir adım atılması düşünülmektedir. Bunun yerine uluslarası güvenlik ve ekonomi konularının görüşülmesini isteyen ülkeler, zirvenin gündemine yardım tasarısını değil bu konuları taşımıştır. Lawrence maliye bakanlığında çalıştığından zirveye katılacaktır. Yanında aralarında enteresan ve soğuk bir ilişkisi olan Gina'yı da götürür. Lawrence her 3 saniyede bir çocuğun öldüğünü, binlerce annenin AIDS yüzünden hayatını kaybettiğini toplantıda söyleyemese de, Gina'ya anlatarak kendini rahatlatmaktadır. Zirvenin gündeminin değişmemesi için uğraşılsa da nafiledir. Bunun üzerine bizim kapitalist devlet başkanlarına söylemek istediklerimizi Gina'ya söyletmişler. İzlanda'daki G8 Zirvesinde, dünyanın en güçlü ülkelerinin başbakanlarına dersini veren biri olmayı kim istemez? Herkes ister ama kimse yapamaz. Her neyse. Gina, kararlar kamuoyuna açıklanmadan önce, tüm siyasilerin olduğu akşam yemeğinde liseli bir çocuk edasında herkese kafa tutar. İşte tüm film boyunca dikkat kesilmeniz gereken tek yer burası olabilir. Nelson Mandela'nın eşsiz sözünden yola çıkarak söyledikleri harika. Özetle: Bu nesil herşeyi değiştirebilecek güçteyken hiçbirşey yapmamış. Hergün TV de insanların öldüğünü seyretmekle kalmış. İnsanlar geri dönüp baktıklarında aklınız neredeydi diyecek ve bizim verebilecek hiçbir cevabımız yok.

"Sometime it falls upon a generation to be great. You can be that great generation."
Nelson Mandela, 2005


Filmin müziğini çok beğendim. Buyrun dinleyin:

3 Ağustos 2011

Arkadaşım

Sizin de önce alay etmek için dinleyip de sonradan sevdiğiniz ama kendinize itiraf edemediğiniz şarkılar olmuştur. İşte benim şarkım Nejat Alp'in Arkadaşım şarkısı. Klibini izlerken 'ayyy ne kommiikkkk' nidaları derken derken yerini 'öyle demeyin ya aslında sözleri çok anlamlı' gibi savunmalara dönüştü.

İtiraf ediyorum şarkının sözleri ezberimde ve şarkı her aklıma geldiğinde söylemekten kendimi alamıyorum. Gelin sizde ön yargılarınızı bir kenara bırakın, Nejat Alp ve Ozan'a kulak verin diyorum :)


Bi izleyin ya valla seviceksiniz:
http://www.youtube.com/watch?v=zPpqwMugbHw

Neden Johnny Deep?

Johnny Deep, olağanüstü yakışıklı olmasa da olağanüstü karizmaya sahip bir oyuncu. Her türlü kılığa girebildiği için, annem hala bir filmde görünce adamı tanıyamıyor:D Johnny Deep'in filmlerini altyazılı izlemenizi tavsiye ederim ki harikulade bir ses tonu var. Adama yeterince sarkıntılık ettikten sonra en beğendiğim filmlerinden ve oyunculuklarından bazılarını paylaşmak istiyorum. İçlerinden hala izlemediğiniz varsa, özellikle Sweeney Todd, Ed Wood ve Donnie Brasco'yu öneririm.

Makas Eller ( Edward Scissorhands)

Ed Wood (kendisi bu filmle beni hayran kitlesine katmıştır:)

Donnie Brasco

Chocolate

From Hell

Pirates of the Caribbean

Charlie'nin Çikolata Fabrikası

Secret Window

Sweeney Todd

Alice in Wonderland

18 Temmuz 2011

Özgürlüğün rengi


“Hiç kimse, doğuştan, başka bir insanın ten rengi, geçmişi ya da dini yüzünden ondan nefret etmez. İnsanların nefreti öğrenmesi gerekir. Ve eğer, onlara nefret öğretiliyorsa, sevgi de öğretilebilir. Üstelik sevgi, kalbimize, karşıtı olan nefretten daha uygundur.”
Nelson Mandela

Oscar ödüllü Bille August’un yönettiği ve James Gregory’nin kendi anılarını yazdığı kitabından uyarlanan ve “Özgürlüğün Rengi / Goodbye Bafana” efsanevi lider Nelson Mandela’nın gardiyanın gözünden anlatarak bir adamın ve ülkenin değişim dönemine ışık tutan başarılı bir eser.
“Fatih Pele” ve “Ruhlar Evi” gibi filmleriyle tanınan ünlü yönetmen Billie August “Özgürlüğün Rengi” filmi ile Dünya’nın en önemli figürlerinden biri olan Nelson Mandela’nın çevresinde gelişen bir hikâyeyi gerçekte onun gardiyanlığını yapmış James Gregory’un gözünden değerlendiriyor. 1960’lardan başlayarak 1990’ların başına kadar süren ırkçı rejim süresince Gregory’nin Mandela ile kurduğu ilişki ve politik eğilimlerindeki değişim, Mandela’nın serbest bırakıldıktan sonra tüm Güney Afrika insanlarını barış ve eşitlikle belirlenen bir yönetimde birleştirme sürecini son derece etkili bir biçimde yansıtıyor.


Nelson Mandela mücadelesinin ve savunduklarının evrensel düzeydeki değeri, zamanla tüm dünyadan büyük bir destek almasını sağlamış ve eşitlik mücadelesinin sembollerinden biri haline gelmiş bir lider. Hapiste geçirdiği 27 yıllık süre zarfında yaşadığı sıkıntılara göğüs germiş ve asla değerlerinden ödün vermemiştir. “Özgürlüğün Rengi” filmi sadece Nelson Mandela’nın mücadele öyküsünden bir kesit değil aynı zamanda ırkçı bir adamın eşitlikçi bir insana dönüşüm hikâyesini beyaz perdeye yansıtıyor.

Biyografik gerçeklerle bezeli tüm dünyaca bilinen önemli bir toplumsal portreyi başarılı bir şekilde kurgulayarak anlatan eser, hakkında film yapılan ünlü bir ismin ağırlığını çok iyi taşımayı başarmıştır.
 

"Özgürlüğümüzü kazanana kadar, ömür boyu, omuz omuza özgürlükler için mücadele edeceğiz…"
Nelson Mandela


2 Temmuz 2011

Vadideki Zambak

Honore de Balzac, Vadideki Zambak'ı yazarak hem kendine hem klasikleri sevenlere büyük iyilik yapmış, bilmem bundan haberi var mıydı? Kitabı bilenleri ikiye ayırıyorum. Biri yavaş ve sıkıcı bulanlar, diğeri sonunda benim gibi ağlayanlar. Kardeşim kitabı eline aldığında, Felix'in ağacın altında oturup düşünmeye başladığı yere kadar ancak gelir, sıkılır bırakır. Kitap burdan sonra başlıyor desem de okutamıyorum:D


İzlediğiniz, okuduğunuz tüm aşk hikayelerinden çok daha saf bir aşk hayal etmiş Balzac. O kadar saf ki Felix ve Henriette'yi el ele tutuşturmamış yani. Henriette, çok güzel bir kadındır, ancak evlidir. Felix daha gençtir. Çok aşık olduğu Henriette ile dertleşerek ona daha da derinden bağlanan Felix, onun çocuklarıyla ilgilenir, Henriette'ye yakın olmak için kocasıyla arkadaş olur. Hiç bir zaman sınırı aşmayarak, birbirlerini ne kadar sevdiklerini söylemeden sadece aynı ortamda bulunmanın mutluluğunu yaşarlar. Bu arada Fransa'nın doğasını, şatolarını uzun uzun betimlediği için kendinizi gitmiş gibi hissedeceksiniz:) Felix'in Paris'e gitmesiyle araya mesafeler girer ve Felix başka bir kızla tanışır. Henriette kederinden hasta olur. Felix'i görmek için son nefesine kadar dayanan Henriette, ona hiç unutamayacağı bir mektup bırakır. İşte sizi ağlatması gereken sayfalar buralar oluyor. Henriette, uğruna ölecek kadar sevdiği biri varken, hasta eşini ve çocuklarını bırakmayı asla düşünmez. Felix'i o kadar çok sever ki, öldükten sonra kızıyla beraber olmasını ister. Ben ortaokuldayken okumuştum, hala unutmadım. Herkesin okumasını tavsiye ederim.

12 Haziran 2011

Leap Year & Letters To Juliet



Ergenlik çağında izlediğim Jackie Chan ve Jean Claude Van Damme filmlerinden yavaş yavaş romantik komedilere doğru geçiş yaptım. Aynı gün iki film birden. Hem de ikisi de romantik komedi. Bunu okuyunca midesi bulananlar ya da imrenenler olabilir. Ama arka arkaya izlediğimde romantik komedilerin büyük birer aldatmaca olduğunu gördüm. Filmlerin ortak noktaları; mükemmel çiftleri mükemmel ülkelerde bir araya getirmesi. Leap Year İrlanda'da, Letters to Juliet İtalya Verona'da geçiyor. Olur da filmin havasına kapılıp İrlanda'ya gidecek olursanız, sizi orada bekleyen muhteşem bir pub sahibi olmayacak. Ya da Verona'ya gitmişken zengin ve yakışıklı üstelik centilmen birine rastlayayım derseniz çok beklersiniz.


Yine de bu filmlere bayılıyorum. Leap Year'da fakir ama gururlu bir Yeşilçam karakteri var sanki. Kız arkadaşı tarafından aldatılan İrlandalı Declan ile başarılı bir iş kadını olan New Yorklu Anna'nın birbirine aşık olması neredeyse imkansızdır. Ama şartlar çifti birbirine aşık etmek için ayarlanmış:) Kardiyolog olan nişanlısını terk eden Anna'nın İrlanda'ya yerleşmesiyle film, hayal ettiğiniz sonla bitmiş oluyor. 


Letters to Juliet, İtalya'nın harika atmosferini kullanarak beni etkiledi:) Juliet'e hergün onlarca mektup bırakan kadınlara cevap yazmaya başlayan Sophie, 50 yıl önce yazılmış bir mektup bulur. Cevabında kadına kaybettiği aşkını tekrar bulmasını tavsiye eder. Kadın, İngiltere'den torunuyla gelerek 50 yıl önce tanıdığı Lorenzo'yu aramaya başlar. Bu sırada Sophie ile torunu Charlie arasında yeni bir aşk başlar..

6 Nisan 2011

Atlıkarınca

Bu sıralar vizyondaki türk filmleri canımı çok sıkıyor. Kolpaçino, Hop dedik mop dedik filmleri afişlerine bile bakılamayacak türden. Eh mizah anlayışımızın bu kadar hızlı geliştiğini görmek de güzel. İzlemediğim halde eleştirdiğim bu filmlerin dışında bir de sıkıcı, uyutucu etkiye sahip türk filmleri var.
Böylesi zor şartlarda seçim yapma şansımız olmadığından Atlıkarınca'yı izledik. Filmin konusunu daha önceden bilerek izlemek daha mantıklı olacaktır. Aksi durumda ilk yarıda çok sıkılırsınız. Konunun ensest olduğunu bildiğimizden başıdan sonuna kadar gergin gergin izledik. Açıkça ortaya konan rahatsız edici görüntülerin olmaması, buna rağmen neler olup bittiğini anlayabilmek filmi daha etkileyici kılmış. Aile içi istismarın zenginlikle, fakirlikle ya da gelişmişlikle ilgisi yok. Bu tamamen insanlıkla ilgili. Filmde Erdem, iş hayatında karısından daha başarısız olunca bunu başka üstünlük kuracağı konularla kapatmaya çalışıyor. Asıl ilginç olansa istismarcıların tamamen toplumla uyumlu ve normal birer insan gibi görünmeleri. Anlatılmak istenen çok iyi anlatılmış diyorum ve herkse tavsiye ediyorum.

Being There

Varsaymışlar ki bir adam bir evin bahçesinden hiç çıkmadan 40 yaşına gelerek, televizyon izlemekten başka birşey görmeden yaşamış. Patronu ölünce evden çıkmak zorunda kalan Chance (Peter Sellers), yüzündeki kibar gülümsemesiyle, olağanüstü iyimserliğiyle dış dünyada kendine hemen yer bulur. Aslında filmin gidişatı çok yavaş. Zaten öyle yaşanan önemli olaylar yok. Ya da var da filmde siz bunu Chance açısından algılamaya alıştıkça size artık olağanüstü gelmeyecek. Amerika başkanın önünde eğildiği bir süper zengin, Chance'i en yakın arkadaşı olarak görüyor ve bu bana Chance'e normal geldiği için normal geliyor. Yani demek istediğim bizim için inanılmaz olan olaylar, Chance gibi saf bir insan için hiç de önemli değildir. Sorgulama yeteneği olmadan yaşadığı halde, herşeyi sorgulayan bizlerin aslında saf bir insanı en aklı başında insan olarak kabul etmemiz anlatılıyor. Yani aslında salak saf olan bizleriz deniyor sanki.




Bu filmi izleme bahanem olmasa asla seçip izlemezdim. Arkadaşımın izleyip yorum yapmasını isteyen hocasına burdan saygılar sunarım. Benim gibi her filme aman bu filmde iş yoktur ya baksana çok eski filan diye başlarsanız, çok önemli filmlerden eksik kalmış olursunuz benden söylemesi:) Başrollerin ne kadar iyi oyuncular olduklarını biliyorsunuzdur, o yüzden bende filmin çok iyi olduğunu hatırlatarak iyi seyirler diliyorum:)

22 Şubat 2011

Nuh Tufanı

Nuh Tufanı'nda, bir coğrafyacı, arkeolog, antropolog, klimatalog, jeolog, jeomorfolog ve hatta bir tarihçi ilgisini çeken şeyler bulacaktır.
Kutsal kitaplarda anlatılan, efsanelerde geçen Nuh tufanı sonunda bilimsel olarak yazarlar tarafından kanıtlanıyor. Konuyla ilgili ilk arkeolojik kazıdan başlayarak, pek çok farklı sondaj çalışmasına kadar ayrıntıyla yazılmış olan kitap, olayları ilişkilendirerek, kafanızda canlandıramadığınız değişik konuları tarihsel sıraya diziyor. Ayrıca tarihöncesinden başlayarak tufana kadar yaşamış olan pek çok kavim ve uygarlığın hakkında detaylı bilgiler yazılmış. Nuh tufanının sanıldığı gibi tüm dünyada değil, sadece Karadeniz'de meydana geldiği de kanıtlanan diğer bilgiler arasında. Tufan tarihi ise günümüzden 7.500 yıl öncesi olarak hesaplanmış. zamanında Akdeniz'i Atlas okyanusundan ayıran duvarın yıkılmasıyla, yani Cebelitarık'ın açılmasıyla, insanlar henüz ortada yokken ilk tufan yaşanmıştı. Çıkış noktası olarak bu fikrin benimsenmesiyle, İstanbul boğazının bir set oluşturduğu ve Karadeniz'i Akdeniz'den ayırdığı tespit edildi. Daha sonra bu setin yıkılmasıyla tüm havzada şiddetli taşkın meydana gelmiş.
Kitabın yazarları olan iki bilim adamının sonuca ulaşmaları da çok zor olmuş. Kalıpların dışında olan bir fikri ortaya atmanın ve doğruluğunu ispatlamanın zorluğu. Her neyse ben kitabı çok beğendim ve sıkılmadan okudum. Okurken de fark ettim ki, Anadolu'da keşfedilmesi şart olan pek çok şeyi, birkaç istisna dışında Amerikalı bilim adamlarının gerçekleştirdiği. Dahası sadece Anadolu'da değil, Irak, Suriye, Bulgaristan, tüm Karadeniz ve tüm Akdeniz de.

29 Ocak 2011

3:10

3:10 Treni, Russel Crowe'un en iyi filmlerinden. Tekrar tekrar sıkılmadan izledim, izlerim. Bloga yazılmayı çok çok önceden haketmiş bir film. Western filmlerinin hepsi izlenmez, hele ki çok fazla aksiyon varsa. Aksiyon- dram türünde, sadace kanun kaçakları ve tren soygunları değil, sakat bir baba ile oğlunun ilişkisi de var.
Ben Wade ve çetesi, en çok korkulan kanun kaçaklarıdır. Ben Wade yakalandıktan sonra, 3:10 Yuma trenine bindirilip, cezaevine yollanması için gönüllü olan Dan, karşılığında az miktarda para alacaktır. Birkaç gün sürecek yolculukta Wade, adamlarının onu kurtaracağından emindir. Wade, Dan'in kahramanlık ve para amacıyla canını tehlikeye atmadığını farkeder. Savaşta sakatlanan bacağından dolayı ciddiye alınmayan biri olduğundan, oğluna kendini kanıtlamak için Wade ve adamlarını karşısına almıştır. Bu yolculuk boyunca Wade, Dan'e karşı saygı duymaya başlar. Adamlarının Dan'i öldürmesini istemediğinden, trene ulaşana kadar onunla birlikte hareket eder.
Russell Crowe dışında filmde bence en iyi oyuncu Ben Foster. Yani Oscar'ım olsa yardımcı oyuncu olarak Ben Foster'a verirdim yahu:)

Related Posts with Thumbnails

Etiketler