19 Ağustos 2011

Trainspotting


Burcu'lara giderken otobüste bu film vardı. Normalde bu tarz filmleri sevmiyorum. Ama filmi öneren Tom olunca akan sular durur. Her writing ve speaking dersinde Breavheart'tan bahsedip, İskoçlara hayranlığımı dile getirmem kendisini şaşırtmış olacak ki bu filmi izlememizi istedi. Tabi William Wallace aşığı olarak yetişip, Breavheart'ı otuz kere izleyen birine İskoçya'yı kötüleyemezsiniz:D Gelelim filmeee.
Trainspotting bir oyun, bir hobi demekmiş. Tren istasyonuna oturup gelen geçen trenlerin numaralarını yazarak, ülkedeki tüm trenleri görene kadar süren bir hobi. Filmin adıyla filmin konusu birbirini tamamlamasa da geleneksel bir hobiye gönderme yapılmış. Yani filmde tren numarası yazdıkları filan yok. Uyuşturucu bağımlısı İskoç gençlerin hayatı anlatılıyor. Şimdilerde çok iyi bildiğiniz oyuncuları bu filmde tayt giymiş ergenler olarak izleyeceksiniz: Renton (Ewan McGregor), Spud (Ewen Bremner), Begbie (Robert Carlyle), Sick Boy (Johny Lee Miller) ve Tommy (Kevin McKidd). Burda en çok övgüyü hakeden şu aşağı fotodaki ruh hastası, Robert Carlyle bence.

Filmi uzun uzun anlatmaya gerek yok. İngiltere sömürgesi bir ülkenin milletinin içler acısı halidir yani bu film. William Wallace İskoçya'yı yarı özgür yapmış yapmasına. Ama Tom'a göre tüm suç İngilizlerde değilmiş. Şimdilerde İskoçlar publara oturup İngilizlere sövmekten başka bişey yapmıyorlarmış. İşte bu filmde buna parmak basıyor. İngiltere gibi bir ülkenin altında ezilen İskoçya, oturup kaderine lanet etmekten başka bişey yapmıyor, gençler uyuşturucu kullanıyor ve herşeyin sorumlusu İngiltere oluyor. Yani aslında İskoçlara alkolik, uyuşturucu bağımlısı ve işe yaramaz demek istenmiş bence. Eeee tabi ben travma yaşamadım değil. Hayranlık duyduğum doğası, kültürü ve müziği ile bunların bir işe yaramayacağını gösteren İskoçlar. Her neyse. Uyuşturucu bağımlılarının hayatını anlamak açısından güzel bir film. Önerilir.


7 Ağustos 2011

The Girl İn The Cafe

Aynı gün iki kez izlediğim bir film 'The Girl İn The Cafe'. Aslında üst üste izlenilecek bir film de değil. Hatta sıkıcı. Ama içinde bulunduğumuz dönemi çok iyi yansıttığı için sevmiş olabilirim.
Gina ve Lawrence'ın ilişkisi pek de romantik komedilere benzemiyor. Yine de Lawrence'ın acemi hallerine gülmemek elde değil. Başrollerde Karayip Korsanları'nın Davy Jones'u var. Film ayrıca İngiliz filmi olduğundan ingilizcesini geliştirmek isteyenlere tavsiye ederim. Özellikle kadın harika konuşuyor, söylediklerini dışımdan tekrar etmekten kendimi alamadım:D
Her neyse. İngiltere başbakanı ve maliye bakanı Afrika'ya yardım yapılıp yapılmamasıyla ilgili bir tasarı hazırlamıştır. En güçlü sekiz liderin anlaşmaya varıp yardıma muhtaç insanlar için bir adım atılması düşünülmektedir. Bunun yerine uluslarası güvenlik ve ekonomi konularının görüşülmesini isteyen ülkeler, zirvenin gündemine yardım tasarısını değil bu konuları taşımıştır. Lawrence maliye bakanlığında çalıştığından zirveye katılacaktır. Yanında aralarında enteresan ve soğuk bir ilişkisi olan Gina'yı da götürür. Lawrence her 3 saniyede bir çocuğun öldüğünü, binlerce annenin AIDS yüzünden hayatını kaybettiğini toplantıda söyleyemese de, Gina'ya anlatarak kendini rahatlatmaktadır. Zirvenin gündeminin değişmemesi için uğraşılsa da nafiledir. Bunun üzerine bizim kapitalist devlet başkanlarına söylemek istediklerimizi Gina'ya söyletmişler. İzlanda'daki G8 Zirvesinde, dünyanın en güçlü ülkelerinin başbakanlarına dersini veren biri olmayı kim istemez? Herkes ister ama kimse yapamaz. Her neyse. Gina, kararlar kamuoyuna açıklanmadan önce, tüm siyasilerin olduğu akşam yemeğinde liseli bir çocuk edasında herkese kafa tutar. İşte tüm film boyunca dikkat kesilmeniz gereken tek yer burası olabilir. Nelson Mandela'nın eşsiz sözünden yola çıkarak söyledikleri harika. Özetle: Bu nesil herşeyi değiştirebilecek güçteyken hiçbirşey yapmamış. Hergün TV de insanların öldüğünü seyretmekle kalmış. İnsanlar geri dönüp baktıklarında aklınız neredeydi diyecek ve bizim verebilecek hiçbir cevabımız yok.

"Sometime it falls upon a generation to be great. You can be that great generation."
Nelson Mandela, 2005


Filmin müziğini çok beğendim. Buyrun dinleyin:

3 Ağustos 2011

Arkadaşım

Sizin de önce alay etmek için dinleyip de sonradan sevdiğiniz ama kendinize itiraf edemediğiniz şarkılar olmuştur. İşte benim şarkım Nejat Alp'in Arkadaşım şarkısı. Klibini izlerken 'ayyy ne kommiikkkk' nidaları derken derken yerini 'öyle demeyin ya aslında sözleri çok anlamlı' gibi savunmalara dönüştü.

İtiraf ediyorum şarkının sözleri ezberimde ve şarkı her aklıma geldiğinde söylemekten kendimi alamıyorum. Gelin sizde ön yargılarınızı bir kenara bırakın, Nejat Alp ve Ozan'a kulak verin diyorum :)


Bi izleyin ya valla seviceksiniz:
http://www.youtube.com/watch?v=zPpqwMugbHw

Neden Johnny Deep?

Johnny Deep, olağanüstü yakışıklı olmasa da olağanüstü karizmaya sahip bir oyuncu. Her türlü kılığa girebildiği için, annem hala bir filmde görünce adamı tanıyamıyor:D Johnny Deep'in filmlerini altyazılı izlemenizi tavsiye ederim ki harikulade bir ses tonu var. Adama yeterince sarkıntılık ettikten sonra en beğendiğim filmlerinden ve oyunculuklarından bazılarını paylaşmak istiyorum. İçlerinden hala izlemediğiniz varsa, özellikle Sweeney Todd, Ed Wood ve Donnie Brasco'yu öneririm.

Makas Eller ( Edward Scissorhands)

Ed Wood (kendisi bu filmle beni hayran kitlesine katmıştır:)

Donnie Brasco

Chocolate

From Hell

Pirates of the Caribbean

Charlie'nin Çikolata Fabrikası

Secret Window

Sweeney Todd

Alice in Wonderland

Related Posts with Thumbnails

Etiketler