12 Nisan 2023

İçimizdeki Heidi

 Neresinden başlasam anlatmaya bilmiyorum. Ama anlatmak istiyorum. Doktora bursu için arayışlarım sırasında dağlık alan çalıştığım için Alpler'de bir ülkeye odaklanmıştım. Başlangıçta Avusturya Innsbruck Üniversitesi'nden konumla epey ilgili bir hocadan kabul aldım. Yaklaşık 8 ay falan Innsbruck'a gidecek gibi hazırlandım. Derken COVID-19 ile süreç durdu. Süreç bittiğindeyse hoca emekli olduğunu söylemez mi? Hemen yeni hoca araştırdım. Ve büyük bir cesaretle alanımdaki en iyi ekonomik coğrafyacılardan Manfred Perlik'e mail gönderdim. Kendisi hem duayen hem de mütevazi olunca bir anda İsviçre Bern Üniversitesi yolları göründü bize. Gerek akademik gerekse kişisel sorunlarımla en yardımsever şekilde ilgilenen hocam sayesinde doktora bursu inanılmaz bir deneyim oldu (Beni havalimanına uğurlamaya gelerek tezimle ilgili son düzeltmeleri de orada vermiştir kendisi). Yeri gelmişken Manfred üzerinden İsviçrelilerin karakteristik özellikleriyle ilgili bir iki şey söylemek istiyorum. Çok dürüst, dakik, çalışkan ve nazik olduklarını düşünüyorum. Ayrıca sohbet ederken size karşı çok meraklı ve değer veren bir yaklaşımları da var. Genelde yurtdışı değişim programlarında ya hoca çok sıkıdır ve hep çalışırsın ya da çok gevşektir ve sadece gezersin. 2 ay gibi kısacık zamanımda İsviçre'nin hem altını üstüne getirmem hem de akademik anlamda güzel işbirlikleri yapmam beni de çok şaşırttı.

Gezdik, gördük, öğrendik, sosyalleştik, bir sürü de fotoğraf paylaştık tabii. Herkes 2,5 yaşındaki çocukla ne güzel geziyorsun falan diyor. Ama arka planda her şey o kadar da kolay olmadı. Neredeyse yolculuk gününe kadar içimden sürekli ne halt ettiğimi kendime sorup durdum. Başta hoca değişikliği aksiliğinden, kalacak yer ayarlarken dolandırılmama kadar bir sürü şey oldu. Çağan da bir taraftan babasından ayrı kalacaktı. Bu düşüncelerle gittiğimiz İsviçre'de hayatın en mükemmeliyle tanışınca endişelerimiz bir anda yok oldu. Dünyanın en refah ülkesine daha adım atar atmaz Türkiye'ye has endişeli ve karamsar ruh halimizi de geride bıraktık. 

Şu sıralar Türkiye'den kaçıp gitme isteklerimiz zirve yapmışken, ben de gittiğim ülkelerden en çok İsviçre'yi özlüyorum. Çocuk yetiştirmek için cennet gibi bir yer olan İsviçre'de çok az çocuk olmasına karşın trenlerden, marketlere her yer çocuk dostu. Orada harika günler geçirdikten sonra Çağan'ı geri Türkiye'ye getirip burada büyütecek olmam beni epey üzmüştü. Sıradan bir gün kentteki evinizden 10 dk bile yürüseniz kesintisiz büyük kent ormanlarından oluşan parklara erişebiliyorsunuz. Bu ormanlarda asfalt, beton, büfe vb. yapılaşmalar yok. Toprak yolda saatlerce yürüyüş ve koşu yapabilmek mümkün. Zaman zaman içinde ördeklerin de yüzdüğü küçük göller ile de karşılaşılabiliyor. Beni İsviçre'de en çok etkileyen lüks işte bu olmuştu. Evden çıkıp yürüyerek oğlumla doğaya bu kadar çabuk ulaşabilmek. Hem kentte yaşamak, hem de kıra özlem duymadan ulaşabilmek. 

Ülkeyle ilgili beni etkileyen ikinci konu ise toplu taşımanın utanmasalar Zermatt'a kadar ulaşacak olması. Aklınıza gelebilecek tüm yerleşmelere tren ile ulaşmak mümkün denebilir. SwissPass ile İsviçre'deki ikinci evimiz trenler oldu. İtalya'daki gibi belli bir saatten sonra tekinsiz tiplerin bindiği trenlerle karıştırmamak gerek. Güvenli, temiz ve dünyanın en dakik toplu taşıma sistemi yine İsviçre'de. Şuana kadar ülkeyi kıskanmaktan ortadan ikiye çatlamadıysanız durun, devamı da var.


Ülkede çocuklara sonsuz sevgi ve nezaketle yaklaşılıyor. Onların bir şeyler öğrenebilmesi çok önemli. Tesadüfen önünden geçtiğiniz bir çiftlik bile çocuklar için düzenlenmiş. Önce ineklere yem veriyor, sonra vitrine konulmuş maket traktörleri inceliyor, ardından İsviçre'ye özgü keçileri yakından inceliyor, son olarak da çiftliğin kum havuzunda kamuya ait tırmık, kürek vb. oyuncaklarla günü bitirebiliyorsunuz. Ankara'da çocukları hafta sonu doğaya götürmek için en az 1 saat arabayla yolculuk yapıyoruz :( Ek olarak İsviçre'deki tüm parklarda kum havuzu bulunduğunu ve buralarda büyük bir sandık içerisinde kürek, kova, tırmık, kalıp, traktör vb. oyuncukların bulunduğuna değinmem gerekiyor. Başlangıçta benim Adanalı oğluşum oyuncaklarla vedalaşmakta zorlanmış ve oyuncakların yarın geldiğinde orada olmayacağını düşünmüştü normal olarak. Ama her gün gittiğimizde parktaki tüm çocuklarla birlikte bu oyuncaklarla oynadılar. Ülkedeki sosyal adalet parktaki kum havuzunda başlıyor diyebiliriz. Her milletten çocuğun olduğu parklarda çok tatlı bir ortam var. Çeşitlilik bu kadar çok olunca ayrımcılık da daha az oluyor. Yine kendini ortama yabancı hissetme hissi de çabucak yok oluyor. Çağan'ın bu kozmopolit ortamda öğrendiği ilk kelime ise tabi ki Nein! olmuştu. Ara ara çıkan oyuncak kavgalarında diğer ebeveynlerin tutumunu da izleme şansım oldu. İsviçreli anne babalar çocuklarına sorun yaşasa bile müdahale etmekten kaçınıyor. Bizim gibi araya atlayıp 'aaaa ama oğlum ayıp kardeşten özür dile, yok olmaz paylaş, paylaşmak güzeldir' car curt ayakları yapmıyorlar. Çocuk sorunu kendi çözmeye çalışıyor. İşte biz de Çağan'ı kum havuzunda kaderine terk edince çocuk biçare Nein demeyi öğrenmişti.

Gelelim Heidi'nin anavatanda Heidi'nin yerine. Ben bu konuya yetim çocuklar şöyleymiş böyleymiş diye yaklaşmıyorum. Benim için Heidi romantik bir mesele. Zira annem de Heidi çizgi filmi ile büyümüş ve bizim ailede yeri çok başka. Dünyanın en çok uyarlanan kitaplarından birisi olan Heidi, şuan hala TrtÇocuk'da izlenebiliyor. Hal böyle olunca Heididorf'a gidip o atmosferi solumak bizi çok etkiledi. Bir ara annem ağladı ahahdkjs. Akşam eve geldiğimizde annem Heidi'nin kendi izlediği versiyonunu açıp baştan sonra izletmeye başladı bize. Akşamları çayımızı koyup günü yorgunluğunu Heidi izleyerek atmakta çok Swiss bir hareket ahahaha.


Son olarak bitirmek istemesem de ülkedeki ikinci el sirkülasyonundan bahsetmek istiyorum. Bizdeki gibi ay kullanılmış şey mi alacaksın, ne gerek var, paran var yenisini alsana, cimri misin? ya da ben sana alırım vb. kompleksli tepkileri bir tarafa bırakan İsviçreliler ikinci elden eşya, kıyafet, oyuncak, kitap vb. alabiliyor. Biz de sık sık Brückenhaus denen ikinci elcileri ziyaret edip oraya özgü harika şeyler alabildik. Çok özledim, aşırı özledim. Ama Postdoc bursu için tekrar aynı ülkeye gitmek yerine UK veya USA düşünüyorum. Bakalım neler olacak blog. Ağlama duvarımda bugün İsviçre'ye ağıt vardı.

7 Nisan 2023

Storytel'de dinlenesi

Kitap okumak için uygun zaman yaratmak giderek zorlaşıyor. Gün içerisinde ev işleri sırasında, araba kullanırken veya yürürken kitap dinleyebilmekse müthiş bir fırsat. Yine de ilk duyduğumda kitap okumakla aynı tadı vermeyeceğine dair ön yargılarım nedeniyle bir süre Storytel edinmek konusunda  çekimserdim. Diğer taraftan Aydoğan Temel, Burak Sergen, Damla Sönmez, Mert Fırat ve Yiğit Özşener gibi karakteristik seslere sahip kişiler, öyküleri başka bir seviyeye taşıyabilir diyerek daha fazla dayanamadım. 

Kitap dinlerken bir şeyi de keşfettim. Benim en iyi öğrenme yolum işitsel olabilir. Defalarca okuduğum, izlediğim şeyleri unuturken dinlediğim kitapları unutmuyorum. Belki de seslendirenlerin ses tonları ve vurguları öyle yerinde ki, her şey gözümde canlanıyor. Bu anlamda benim bazı favori kitaplarım oldu. İnanılmaz melankolik ses tonuyla Kirke ile özdeşleşen Damla Sönmez, bana Ben, Kirke kitabını çok sevdirdi. Ama hiç şüphesiz konuya bakmaksızın dinlemeyi en sevdiğim sesler Aydoğan Temel ve Kubilay QB Tunçer oldu. 

Kitaplardan ise biraz sense of humor için Boğulmamak İçin (George Orwell) ve İnsanlar (Matt Haig); hayatı sorgularken yardımcı olması için Suç ve Ceza (Dostoyevski) ve İnsanın Anlam Arayışı (Viktor Frankl); aşk, entrika, dram vb. için Akhilleus'un Şarkısı (Madeline Miller) ve Uğultulu Tepeler (Emily Btonte) dinlemek için çok uygun kitaplar. 

Kitap dinlemenin bir dezavantajından da bahsetmem gerekir. Örneğin Suç ve Ceza gibi bir kitabı dinliyorsanız işiniz çok zor. Çünkü karakterlerin hem tam isimleri, hem aile ve arkadaşlarınca söylenen farklı takma isimleri var. Mesela Avdotya Romanovna Raskolnikov'a aynı zamanda Dunya'da denildiğini ben çok geç algıladım. Tabi hikaye akıp giderken 'bir dk ya Dunya kim şimdi olaylara pat diye girdi de Rodyacığıma akıl veriyor' dedim ara sıra. O yüzden bu kitapları sakin kafayla odaklanarak dinlemek lazım. Ara ara da isimleri google'lamak lazım :) Yeri gelmişken Suç ve Ceza'yı övmek de gerek. Dostoyovski'nin övülmesi de bana kaldı çünkü. Kitapta Raskolnikov'un dünyasına dalarken, kendi kendine konuşan bir deliyi dinler gibisiniz. Bir taraftan da satır aralarında öylesine düşünmenize yol açan, hayatı sorgulatan cümleler de geçebiliyor. Kitaptan bir alıntı ile bitirelim:

"İnsanlar doğa yasası gereği iki sınıfa ayrılırlar, aşağı sınıf -sıradan insanlar- dediğimiz insanlar ki, tek görevleri, kendileri gibi bir takım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görevi görmekten ibarettir. Bir de, kendi çevrelerine yeni bir söz söyleme yetenek ve hakkını kendinde gören insanlar sınıfı... (...) Birinci grup, yaratılışları gereği tutucu insanlardır. Uysal bir yaşam sürerler, boğun eğerek yaşamayı severler. Onlar böyle bir yaşamda gururlarını incitecek hiçbir şey görmezler. İkinci sınıfa gelince; bunlar sürekli yasanın sınırlarını aşarlar, yeteneklerine göre yıkıcıdırlar veya buna yatkındırlar. Bugünün, daha iyi şeyler adına yıkılmasını isterler. Ama bunlardan birinin idealine erişmesi için bir ölünün, hatta bir kan gölünün üzerinden atlaması gerekse bile, bence büyük bir gönül rahatlığı ile kendine bu kan gölünün üzerinden atlama iznini verebilir." Dostoyevski

6 Nisan 2023

Soundtrack Önerileri

Evet, yeni bir makaleye başlamam gerekiyorken ben bir günde tam iki post paylaşıyorum blogta. Demek ki o makaleye başlama günü bugün değil. Biraz okuma yaparken fonda dinlediğim müziklerden bahsetmek istiyorum. Elbette bir akademisyen, elitist, entelektüel ve zeki biri olmanın gerektirdiği gibi enstrümental sözsüz müzikler dinliyorum (kendiyle dalga geçme sanatı). Başta Uzak Doğu esintili olmak üzere birbirinden romantik, melankolik, dramatik ve uzaklara dalmalık müzikler listeleyeceğim. 

İlki Erhu ile müthiş soundtrack coverlayan Eliott Tordo'dan. Bu yüzden Aliexpress'te Erhu piyasasını araştırmış, kendime yakışır güllü dallı püsküllü bir Erhu bulmuş ama Türkiye'de bu enstrümanı çalmayı öğreneceğim hocayı bulamamış olmamı eklemek isterim. Bu enstrüman kadın sesine en yakın ve acıklı enstrümanlardan biri olarak kabul edilirmiş.

İkinci müziğimiz ise benim Uzak Doğu'nun Selvi Boylum Al Yazmalım filmi olarak nitelediğim  House of Flying Daggers filminin müzikleri. Filmin müziklerini zaten Shigeru Umebayashi bestelemiş. 
 
Filmini de müziği kadar sevdiği diğer önerim Interstaller. Müzikleri Hans Zimmer'in bestelediğini söylemeye gerek yok görüyorsunuz.
Bu önerilerimin ise Thimothée Chalamet hayranlığımla ilgisi yoktur baştan belirteyim. 
                
The King benzeri bir diğer önerim King Arthur filminden.
BONUS: Son olarak en sözlü de olsa dinlemekten kendimi alamadığım bir önerim olacak. Evet Hint filmleri ve müziklerine duyduğum sempati sık sık arkadaş ortamlarında alay konusu olsa da paylaşacağım. Burası benim blogum ahslkskodas. Dalga geçmeden önce bir düşünün. Jodhaa Akbar filminin müzikleri dünyaca ünlü ve Hollywood ile çalışan (sempatime dayanak olarak Hollywood)  A.R.Rahman'a ait. Bakın tekrar söylüyorum dalga geçmek için fazla iyi bir film. 

Favori şarkım Seiklios'tan

Aydın'daki Tralleis antik kenti Persler'den Büyük İskender'e, oradan da Sparta ve Romalılar'a kadar pek çok medeniyetin izini taşıyan bir yer. Kentin özellikle heykeltraşlık, mimari, seramik vb. sanatsal alanlarda önemli bir merkez olduğu biliniyor. Hal böyle olunca kentin sakinleri de çeşitli meziyetlere sahipmiş. İşte rahmetli Seiklios'un mezar taşı için bestelediği şarkı da bu kentin bir eseri. Günümüzde hayatlarımızı değersiz hissettirecek pek çok olumsuzluğa maruz kalırken, Seiklios 2300 yıl öncesinden, mezarından sesleniyor ve yaşamımızın değerini hatırlatıyor. 'Mezar taşına iliştirilen şarkı böyleyse, kentin tavernalarında ne güzel şeyler dinliyorlardır' diye düşünmenin derdi de bana düşsün. 

Tralleisli Seiklios'un Bestesi

Seiklios dikti beni, ben taştan bir heykelim,

Anısını yaşatmaktır sonsuza dek görevim.

Dertsiz tasasız ol yaşadığın müddetçe,

Hiçbir şeyin seni üzmesine asla izin verme,

Dertsiz tasasız ol yaşadığın müddetçe,

Yaşam gerçekten çok kısa ve pek çok şeye gebe,

Bedelini ödetir günü gelince.

Euter(pes) oğlu Seiklios (bunu) henüz hayatta iken (yaptırdı).


Related Posts with Thumbnails

Etiketler