22 Temmuz 2025
Ninatta Pottery
Sevgili blog, bugün henüz lansmanı yapılmamış, sıfır iddia ile yola çıkan
mütevazi seramik markamı ilan etme günü. Mini markamla emektar blogumun adaş olması yaratıcılıktaki sınırlarımı gösteriyor adeta. Neredeyse 2 yıldır devam ettiğim
seramik kursu sonunda beni de zehirledi. Kursta tanıştığım arkadaşlarımın bazıları
kendi markasını kurmak, atölye açmak, maaşlı işlerinden istifa etmek veya ek iş
olarak devam etmek gibi cesurca şeyler yaptılar. Cesur olmayan amatör birisi olarak, düşe kalka geldiğim DTCF'yi
bırakmak gibi bir niyetim yok. Ama sadece akademik işimle tanımlanmayı sevmiyorum.
Yanına başka bir anahtar kelime daha eklemek fena olmaz diyerek tatlı tatlı başladığım torna derslerinde saksılar,
kupalar, tabaklar yaptım. Sonra daha özgün şeyler çıkarabilir miyim diye
düşünerek elle şekillendirmeye devam ettim. Ama en nihayetinde torna aşktır
demişlerdi. Ben de torna aşkıma geri döndüm :) Şimdi Ninatta Pottery mührümü
tornada yaptığım yemek takımına mühürlerken gururdan şekilden şekile giriyorum.
Not: Yaptıklarımdan bazılarını derli toplu paylaşmak istiyorum.
Paylaştığım ürünler satılık değildir, dünyada hepsinden yalnızca birer adet
vardır, o da bendedir :P Belirli bir tarz tutturmadan canımın istediğini
yapıyorum. Hepsi de handmade (kusurlu şeyler yani). Özel günler için sipariş
alıp size hediye etmek beni çok mutlu eder. Bir gün stoklar tükendi takipte kalın falan filan diyecek kıvama gelen birisi olabilmem dileğiyle.
30 Ağustos 2024
Fleabag
Biri pat diye 'en sevdiğin dizi?' diye sorsa cevabım 'Fleabag' olurdu. Aslına bakılırsa dram, biyografi ve fantastik türlerde daha çok favori dizi ve film sayabilirim. Ama Fleabag favorim çünkü kara komediler nadiren gerekten komiktir. Diğer taraftan bu dizide de dram had safhada. Aşk desen 'best couple of the year' bu çifte gider:
Diziyi izleyeli epey oldu. Ama biraz şekilsel de olsa değerlendirmek istiyorum. Güzel ve yakışıklı olmayan, ama karizmatik başroller her zaman iyidir. Onları izlemeye devam edeceğimiz başka şeyler de vadederler. Bu anlamda tüm kadro çok eğlenceli ve karakteristik özellikleri ile unutulmazdı. Dizi olmadan önce tek kişilik bir tiyatro oyunu olarak ortaya çıkan Fleabag, başrol oyuncusu Phoebe Waller-Bridge'in kendi eseri. O yüzden pek çok kişi Phobe'nin aslında kendini oynadığını iddia ederken; kadıncağız bunun bir karakter olduğuna kimseyi inandıramadı. Çünkü kimse Fleabag ve The Priest aşkının kurgu olduğuna inanmak istemiyor jsdjalkjfj.
Kimi değerlendirmelerde dizinin komedi, kimilerinde aşk hikayesi, kimilerindeyse aile dramı olarak nitelendirildiğini okuyabilirsiniz. Ben son sahnede hıçkırarak ağladığımdan aklımda hep dramatik bir dizi olarak kaldı. Bir yanım Fleabag'i çok aykırı ve rahatsız edici bulurken, diğer yanım tam olarak onun gibi yıkıcı olabileceğini düşünmeksizin özgürce aklından geçeni söylemesini özenerek izledi. Kız kardeşlik takımında yer aldığımdan en çok eğlendiğim sahneler kardeş ilişkilerinde oldu. Beyaz atlı prensimiz The Priest ise bol bol düşündürdü. Bu karakterin ilişkiler, din, yaratıcı, toplum ve kendisi hakkındaki beyin fırtınaları, din adamlarının da senin benim gibi baya baya 'şimdi noluyor ya burada?' dercesine kafa karışıklıkları yaşayabildiğini gösterdi. Bir başka yazımda yere göğe sığdıramayacağım Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portesi kitabındaki Henry karakteri de beni böyle düşüncelere sevk etmiştir. Sorulması zor soruları kendine soran, bir cevap bulamayan ve bir cevabın olmayabileceği belirsizliğini kabul edebilen aykırı karakterler.
Ne diziyi anlatıyorum, ne bir spoiler var, ne de bir enteresan trivia. En iyisi kapatmadan önce best break-up sahnemize yer verelim. Olmaz aşka amin demeyen rahibimiz:
7 Ağustos 2024
Ölü Canlar Da Ne Demek?
Bitmeyen yazdan selamlar. Bu ara 5 yaşla fazlaca empati yapmaktan kendimi unuttuğum bir dönemdeyim. Yine de arada okuyamasam da dinleme fırsatı bulduğum güzeller güzeli bir kitabı tanıtmak istiyorum. Ölü Canlar.
Evet, kitabı okumaya devam ettiğimi belirtmek isterim. Amacım burada özetleme yapmak değil, büyük bir yanlış anlaşılmayı gidermek. Bazı kitaplar vardır ki kapağıyla, bazen kitaptan alıntılanan cümlelerle okumasanız da okumuşsunuz hissi verir. Hatta daha da fazlası kitapla ilgili kesin bir yargınız oluşur. Örneğin okumadığım Gorki'nin Ana'sı benim için karanlık, fakirlik, keder, açlık vs.vs. Yine Ölü Canlar da gerek ismi gerekse kapağıyla benim için karanlık bir Rus edebiyatı örneğiydi. Gel gelelim kitabı okumaya başlayınca anladım ki Gogol mizaha bulaşmadan yapamıyor. Bayıldığım Rus klasiklerinde olmayan ve bu kitapta olan şey kesinlikle muzip toplum eleştiri olabilir. Erkekler, kadınlar, karı koca ilişkileri, zenginlik, statü ve sahtecilik üzerine öyle tespitler var ki insanların ve toplumların yıllar içinde çok az değiştiğine inanıyorsunuz. Kitabın bir noktasında yazar da dayanamayıp bu konuda kendini eleştirmiş hatta. Öyle gerçekçi bir dedikoducu kadın profilinden bahsediyor ki Rus İmparatorluğu'nun bir yerinde bir kadın çıkıp 'bu adam beni tarif etmiş, peşime adam takıp izlemiş ve hakkımda kitap yazmış diyebilir' demiş. Nitekim Gogol yaşarken başına böyle bir olay geldiğine kitapta satır arasında yer vermiş.29 Nisan 2024
18 Mart 2024
Light Novel
Genelde Asya'da amatörler tarafından yazılan, kimi zaman resimli versiyonlarının da eşlik ettiği, okuması kolay, karakter çeşitliliği nispeten az ve çoğunluklu dram/aşk konulu online kitaplara light novel diyebiliriz sanırım.
Güzel bir sözlük tanımı uydurduktan sonra bu kitaplara nasıl bulaştığımla başlayabilirim. Yine akademik literatürden inanılmaz bunaldığım ve farklı şeyler okumak istediğim bir dönemimdeydim. Bu sırada yanımda kitap taşımak da istemiyorum tabii. Her an aklıma gelen her yerde okuyabilmeliyim. Diğer taraftan da kafamı çok yormamalı, zaten yoruluyoruz. İşte tüm kriterlerimi karşılayan Under The Oak Tree (UTOT) ile karşılaştım. Okurken Türk dizisi izlercesine sizi kanser edecek suskunluklar, söylenecek haberin bir türlü söylenememesi, aşıkların bir türlü buluşamaması filan derken sinir olarak okuyup bitirdim. Epey de uzun bir kitaptı. Ancak yine aynen Türk dizisi gibi olayları bir yerden bir yere getirmek için deveye hendek atlatan roman, bir anda düğün sahnesiyle final yaparcasına bitti. Bu sebeplerden eleştiri alsa da light novelcilerin en favorilerinden birisi bu kitaptır. Benim de ilk okuduğum novel olduğundan ve tabii Riftan Calypse gibi bir efsane karakter barındırmasından, okuyuculara önerim olabilir.
8 Kasım 2023
Live Palestine!
3 Ağustos 2023
I feel so different
Herkes onu Nothing Compares 2 U ile bilir. Ama ben en çok Feel So Different fanıyım. Bu haftanın benim için inanılmaz zorlu, stresli ve bir o kadar tatmin edici olduğunu söylemeliyim. O yüzden bu haftanın anlam ve önemine çok yakışacak olan bu şarkıyı paylaşmak istiyorum. Gerçekten de I feel so different abi!!
26 Temmuz 2023
15 Haziran 2023
Assassin's Creed İle Tarih Dersi
Merhaba blog. Bugün film, müzik ve edebiyattan bir parça uzaklaşarak en en en sevdiğim oyunla ilgili bir yazı yazmak istedim. Ortaokuldayken ataride oynadığım Mario, Duck Hunt, Contra, Bomberman ve Street Fighter falan filan çok zamanımı almıştır. Sonrasında 2000'lerde bilgisayarımız olunca Counter-Strike da oynardım. Ama hiç bir oyun Assassin kadar zamanımı almamıştır. 2015 yılında bir arkadaşımın Playstation'ında görüp oynamaya başlamıştım Assassin's Creed'i. O zamanlar Londra'daki çetelerle savaşan Jacob Frye epey karizmatik bir oyun karakteriydi. Sonrasında Origins, Odyssey ve Valhalla ile devam eden seri giderek daha nitelikli hale geldi. Oyunda kaç saat geçirdiğimi buraya yazmak istemiyorum, ama bir doktora tezi daha yazılırdı o kesin.

12 Nisan 2023
İçimizdeki Heidi
Gezdik, gördük, öğrendik, sosyalleştik, bir sürü de fotoğraf paylaştık tabii. Herkes 2,5 yaşındaki çocukla ne güzel geziyorsun falan diyor. Ama arka planda her şey o kadar da kolay olmadı. Neredeyse yolculuk gününe kadar içimden sürekli ne halt ettiğimi kendime sorup durdum. Başta hoca değişikliği aksiliğinden, kalacak yer ayarlarken dolandırılmama kadar bir sürü şey oldu. Çağan da bir taraftan babasından ayrı kalacaktı. Bu düşüncelerle gittiğimiz İsviçre'de hayatın en mükemmeliyle tanışınca endişelerimiz bir anda yok oldu. Dünyanın en refah ülkesine daha adım atar atmaz Türkiye'ye has endişeli ve karamsar ruh halimizi de geride bıraktık.
Şu sıralar Türkiye'den kaçıp gitme isteklerimiz zirve yapmışken, ben de gittiğim ülkelerden en çok İsviçre'yi özlüyorum. Çocuk yetiştirmek için cennet gibi bir yer olan İsviçre'de çok az çocuk olmasına karşın trenlerden, marketlere her yer çocuk dostu. Orada harika günler geçirdikten sonra Çağan'ı geri Türkiye'ye getirip burada büyütecek olmam beni epey üzmüştü. Sıradan bir gün kentteki evinizden 10 dk bile yürüseniz kesintisiz büyük kent ormanlarından oluşan parklara erişebiliyorsunuz. Bu ormanlarda asfalt, beton, büfe vb. yapılaşmalar yok. Toprak yolda saatlerce yürüyüş ve koşu yapabilmek mümkün. Zaman zaman içinde ördeklerin de yüzdüğü küçük göller ile de karşılaşılabiliyor. Beni İsviçre'de en çok etkileyen lüks işte bu olmuştu. Evden çıkıp yürüyerek oğlumla doğaya bu kadar çabuk ulaşabilmek. Hem kentte yaşamak, hem de kıra özlem duymadan ulaşabilmek.
Ülkeyle ilgili beni etkileyen ikinci konu ise toplu taşımanın utanmasalar Zermatt'a kadar ulaşacak olması. Aklınıza gelebilecek tüm yerleşmelere tren ile ulaşmak mümkün denebilir. SwissPass ile İsviçre'deki ikinci evimiz trenler oldu. İtalya'daki gibi belli bir saatten sonra tekinsiz tiplerin bindiği trenlerle karıştırmamak gerek. Güvenli, temiz ve dünyanın en dakik toplu taşıma sistemi yine İsviçre'de. Şuana kadar ülkeyi kıskanmaktan ortadan ikiye çatlamadıysanız durun, devamı da var.
Son olarak bitirmek istemesem de ülkedeki ikinci el sirkülasyonundan bahsetmek istiyorum. Bizdeki gibi ay kullanılmış şey mi alacaksın, ne gerek var, paran var yenisini alsana, cimri misin? ya da ben sana alırım vb. kompleksli tepkileri bir tarafa bırakan İsviçreliler ikinci elden eşya, kıyafet, oyuncak, kitap vb. alabiliyor. Biz de sık sık Brückenhaus denen ikinci elcileri ziyaret edip oraya özgü harika şeyler alabildik. Çok özledim, aşırı özledim. Ağlama duvarımda bugün İsviçre'ye ağıt vardı.
7 Nisan 2023
Storytel'de dinlenesi
Kitap okumak için uygun zaman yaratmak giderek zorlaşıyor. Gün içerisinde ev işleri sırasında, araba kullanırken veya yürürken kitap dinleyebilmekse müthiş bir fırsat. Yine de ilk duyduğumda kitap okumakla aynı tadı vermeyeceğine dair ön yargılarım nedeniyle bir süre Storytel edinmek konusunda çekimserdim. Diğer taraftan Aydoğan Temel, Burak Sergen, Damla Sönmez, Mert Fırat ve Yiğit Özşener gibi karakteristik seslere sahip kişiler, öyküleri başka bir seviyeye taşıyabilir diyerek daha fazla dayanamadım.
Kitap dinlerken bir şeyi de keşfettim. Benim en iyi öğrenme yolum işitsel olabilir. Defalarca okuduğum, izlediğim şeyleri unuturken dinlediğim kitapları unutmuyorum. Belki de seslendirenlerin ses tonları ve vurguları öyle yerinde ki, her şey gözümde canlanıyor. Bu anlamda benim bazı favori kitaplarım oldu. İnanılmaz melankolik ses tonuyla Kirke ile özdeşleşen Damla Sönmez, bana Ben, Kirke kitabını çok sevdirdi. Ama hiç şüphesiz konuya bakmaksızın dinlemeyi en sevdiğim sesler Aydoğan Temel ve Kubilay QB Tunçer oldu.
Kitaplardan ise biraz sense of humor için Boğulmamak İçin (George Orwell) ve İnsanlar (Matt Haig); hayatı sorgularken yardımcı olması için Suç ve Ceza (Dostoyevski) ve İnsanın Anlam Arayışı (Viktor Frankl); aşk, entrika, dram vb. için Akhilleus'un Şarkısı (Madeline Miller) ve Uğultulu Tepeler (Emily Btonte) dinlemek için çok uygun kitaplar.
Kitap dinlemenin bir dezavantajından da bahsetmem gerekir. Örneğin Suç ve Ceza gibi bir kitabı dinliyorsanız işiniz çok zor. Çünkü karakterlerin hem tam isimleri, hem aile ve arkadaşlarınca söylenen farklı takma isimleri var. Mesela Avdotya Romanovna Raskolnikov'a aynı zamanda Dunya'da denildiğini ben çok geç algıladım. Tabi hikaye akıp giderken 'bir dk ya Dunya kim şimdi olaylara pat diye girdi de Rodyacığıma akıl veriyor' dedim ara sıra. O yüzden bu kitapları sakin kafayla odaklanarak dinlemek lazım. Ara ara da isimleri google'lamak lazım :) Yeri gelmişken Suç ve Ceza'yı övmek de gerek. Dostoyevski'nin övülmesi de bana kaldı çünkü. Kitapta Raskolnikov'un dünyasına dalarken, kendi kendine konuşan bir deliyi dinler gibisiniz. Bir taraftan da satır aralarında öylesine düşünmenize yol açan, hayatı sorgulatan cümleler de geçebiliyor. Kitaptan bir alıntı ile bitirelim:
"İnsanlar doğa yasası gereği iki sınıfa ayrılırlar, aşağı sınıf -sıradan insanlar- dediğimiz insanlar ki, tek görevleri, kendileri gibi bir takım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görevi görmekten ibarettir. Bir de, kendi çevrelerine yeni bir söz söyleme yetenek ve hakkını kendinde gören insanlar sınıfı... (...) Birinci grup, yaratılışları gereği tutucu insanlardır. Uysal bir yaşam sürerler, boğun eğerek yaşamayı severler. Onlar böyle bir yaşamda gururlarını incitecek hiçbir şey görmezler. İkinci sınıfa gelince; bunlar sürekli yasanın sınırlarını aşarlar, yeteneklerine göre yıkıcıdırlar veya buna yatkındırlar. Bugünün, daha iyi şeyler adına yıkılmasını isterler. Ama bunlardan birinin idealine erişmesi için bir ölünün, hatta bir kan gölünün üzerinden atlaması gerekse bile, bence büyük bir gönül rahatlığı ile kendine bu kan gölünün üzerinden atlama iznini verebilir." Dostoyevski
Etiketler
- Doğa (2)
- filmler (38)
- Gezi (5)
- Kitaplar (10)
- Kültür Sanat (5)
- Moda Dekorasyon (3)
- Müzik (11)
- Özel Günler (4)
- TV (6)