30 Ağustos 2024
Fleabag
Biri pat diye 'en sevdiğin dizi?' diye sorsa cevabım 'Fleabag' olurdu. Aslına bakılırsa dram, biyografi ve fantastik türlerde daha çok favori dizi ve film sayabilirim. Ama Fleabag favorim çünkü kara komediler nadiren gerekten komiktir. Diğer taraftan bu dizide de dram had safhada. Aşk desen 'best couple of the year' bu çifte gider:
Diziyi izleyeli epey oldu. Ama biraz şekilsel de olsa değerlendirmek istiyorum. Güzel ve yakışıklı olmayan, ama karizmatik başroller her zaman iyidir. Onları izlemeye devam edeceğimiz başka şeyler de vadederler. Bu anlamda tüm kadro çok eğlenceli ve karakteristik özellikleri ile unutulmazdı. Dizi olmadan önce tek kişilik bir tiyatro oyunu olarak ortaya çıkan Fleabag, başrol oyuncusu Phoebe Waller-Bridge'in kendi eseri. O yüzden pek çok kişi Phobe'nin aslında kendini oynadığını iddia ederken; kadıncağız bunun bir karakter olduğuna kimseyi inandıramadı. Çünkü kimse Fleabag ve The Priest aşkının kurgu olduğuna inanmak istemiyor jsdjalkjfj.
Kimi değerlendirmelerde dizinin komedi, kimilerinde aşk hikayesi, kimilerindeyse aile dramı olarak nitelendirildiğini okuyabilirsiniz. Ben son sahnede hıçkırarak ağladığımdan aklımda hep dramatik bir dizi olarak kaldı. Bir yanım Fleabag'i çok aykırı ve rahatsız edici bulurken, diğer yanım tam olarak onun gibi yıkıcı olabileceğini düşünmeksizin özgürce aklından geçeni söylemesini özenerek izledi. Kız kardeşlik takımında yer aldığımdan en çok eğlendiğim sahneler kardeş ilişkilerinde oldu. Beyaz atlı prensimiz The Priest ise bol bol düşündürdü. Bu karakterin ilişkiler, din, yaratıcı, toplum ve kendisi hakkındaki beyin fırtınaları, din adamlarının da senin benim gibi baya baya 'şimdi noluyor ya burada?' dercesine kafa karışıklıkları yaşayabildiğini gösterdi. Bir başka yazımda yere göğe sığdıramayacağım Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portesi kitabındaki Henry karakteri de beni böyle düşüncelere sevk etmiştir. Sorulması zor soruları kendine soran, bir cevap bulamayan ve bir cevabın olmayabileceği belirsizliğini kabul edebilen aykırı karakterler.
Ne diziyi anlatıyorum, ne bir spoiler var, ne de bir enteresan trivia. En iyisi kapatmadan önce best break-up sahnemize yer verelim. Olmaz aşka amin demeyen rahibimiz:
7 Ağustos 2024
Ölü Canlar Da Ne Demek?
Bitmeyen yazdan selamlar. Bu ara 5 yaşla fazlaca empati yapmaktan kendimi unuttuğum bir dönemdeyim. Yine de arada okuyamasam da dinleme fırsatı bulduğum güzeller güzeli bir kitabı tanıtmak istiyorum. Ölü Canlar.
Evet, kitabı okumaya devam ettiğimi belirtmek isterim. Amacım burada özetleme yapmak değil, büyük bir yanlış anlaşılmayı gidermek. Bazı kitaplar vardır ki kapağıyla, bazen kitaptan alıntılanan cümlelerle okumasanız da okumuşsunuz hissi verir. Hatta daha da fazlası kitapla ilgili kesin bir yargınız oluşur. Örneğin okumadığım Gorki'nin Ana'sı benim için karanlık, fakirlik, keder, açlık vs.vs. Yine Ölü Canlar da gerek ismi gerekse kapağıyla benim için karanlık bir Rus edebiyatı örneğiydi. Gel gelelim kitabı okumaya başlayınca anladım ki Gogol mizaha bulaşmadan yapamıyor. Bayıldığım Rus klasiklerinde olmayan ve bu kitapta olan şey kesinlikle muzip toplum eleştiri olabilir. Erkekler, kadınlar, karı koca ilişkileri, zenginlik, statü ve sahtecilik üzerine öyle tespitler var ki insanların ve toplumların yıllar içinde çok az değiştiğine inanıyorsunuz. Kitabın bir noktasında yazar da dayanamayıp bu konuda kendini eleştirmiş hatta. Öyle gerçekçi bir dedikoducu kadın profilinden bahsediyor ki Rus İmparatorluğu'nun bir yerinde bir kadın çıkıp 'bu adam beni tarif etmiş, peşime adam takıp izlemiş ve hakkımda kitap yazmış diyebilir' demiş. Nitekim Gogol yaşarken başına böyle bir olay geldiğine kitapta satır arasında yer vermiş.29 Nisan 2024
18 Mart 2024
Light Novel
Genelde Asya'da amatörler tarafından yazılan, kimi zaman resimli versiyonlarının da eşlik ettiği, okuması kolay, karakter çeşitliliği nispeten az ve çoğunluklu dram/aşk konulu online kitaplara light novel diyebiliriz sanırım.
Güzel bir sözlük tanımı uydurduktan sonra bu kitaplara nasıl bulaştığımla başlayabilirim. Yine akademik literatürden inanılmaz bunaldığım ve farklı şeyler okumak istediğim bir dönemimdeydim. Bu sırada yanımda kitap taşımak da istemiyorum tabii. Her an aklıma gelen her yerde okuyabilmeliyim. Diğer taraftan da kafamı çok yormamalı, zaten yoruluyoruz. İşte tüm kriterlerimi karşılayan Under The Oak Tree (UTOT) ile karşılaştım. Okurken Türk dizisi izlercesine sizi kanser edecek suskunluklar, söylenecek haberin bir türlü söylenememesi, aşıkların bir türlü buluşamaması filan derken sinir olarak okuyup bitirdim. Epey de uzun bir kitaptı. Ancak yine aynen Türk dizisi gibi olayları bir yerden bir yere getirmek için deveye hendek atlatan roman, bir anda düğün sahnesiyle final yaparcasına bitti. Bu sebeplerden eleştiri alsa da light novelcilerin en favorilerinden birisi bu kitaptır. Benim de ilk okuduğum novel olduğundan ve tabii Riftan Calypse gibi bir efsane karakter barındırmasından, okuyuculara önerim olabilir.
8 Kasım 2023
Live Palestine!
3 Ağustos 2023
I feel so different
Herkes onu Nothing Compares 2 U ile bilir. Ama ben en çok Feel So Different fanıyım. Bu haftanın benim için inanılmaz zorlu, stresli ve bir o kadar tatmin edici olduğunu söylemeliyim. O yüzden bu haftanın anlam ve önemine çok yakışacak olan bu şarkıyı paylaşmak istiyorum. Gerçekten de I feel so different abi!!
15 Haziran 2023
Assassin's Creed İle Tarih Dersi
Merhaba blog. Bugün film, müzik ve edebiyattan bir parça uzaklaşarak en en en sevdiğim oyunla ilgili bir yazı yazmak istedim. Ortaokuldayken ataride oynadığım Mario, Duck Hunt, Contra, Bomberman ve Street Fighter falan filan çok zamanımı almıştır. Sonrasında 2000'lerde bilgisayarımız olunca Counter-Strike da oynardım. Ama hiç bir oyun Assassin kadar zamanımı almamıştır. 2015 yılında bir arkadaşımın Playstation'ında görüp oynamaya başlamıştım Assassin's Creed'i. O zamanlar Londra'daki çetelerle savaşan Jacob Frye epey karizmatik bir oyun karakteriydi. Sonrasında Origins, Odyssey ve Valhalla ile devam eden seri giderek daha nitelikli hale geldi. Oyunda kaç saat geçirdiğimi buraya yazmak istemiyorum, ama bir doktora tezi daha yazılırdı o kesin.
12 Nisan 2023
İçimizdeki Heidi
Gezdik, gördük, öğrendik, sosyalleştik, bir sürü de fotoğraf paylaştık tabii. Herkes 2,5 yaşındaki çocukla ne güzel geziyorsun falan diyor. Ama arka planda her şey o kadar da kolay olmadı. Neredeyse yolculuk gününe kadar içimden sürekli ne halt ettiğimi kendime sorup durdum. Başta hoca değişikliği aksiliğinden, kalacak yer ayarlarken dolandırılmama kadar bir sürü şey oldu. Çağan da bir taraftan babasından ayrı kalacaktı. Bu düşüncelerle gittiğimiz İsviçre'de hayatın en mükemmeliyle tanışınca endişelerimiz bir anda yok oldu. Dünyanın en refah ülkesine daha adım atar atmaz Türkiye'ye has endişeli ve karamsar ruh halimizi de geride bıraktık.
Şu sıralar Türkiye'den kaçıp gitme isteklerimiz zirve yapmışken, ben de gittiğim ülkelerden en çok İsviçre'yi özlüyorum. Çocuk yetiştirmek için cennet gibi bir yer olan İsviçre'de çok az çocuk olmasına karşın trenlerden, marketlere her yer çocuk dostu. Orada harika günler geçirdikten sonra Çağan'ı geri Türkiye'ye getirip burada büyütecek olmam beni epey üzmüştü. Sıradan bir gün kentteki evinizden 10 dk bile yürüseniz kesintisiz büyük kent ormanlarından oluşan parklara erişebiliyorsunuz. Bu ormanlarda asfalt, beton, büfe vb. yapılaşmalar yok. Toprak yolda saatlerce yürüyüş ve koşu yapabilmek mümkün. Zaman zaman içinde ördeklerin de yüzdüğü küçük göller ile de karşılaşılabiliyor. Beni İsviçre'de en çok etkileyen lüks işte bu olmuştu. Evden çıkıp yürüyerek oğlumla doğaya bu kadar çabuk ulaşabilmek. Hem kentte yaşamak, hem de kıra özlem duymadan ulaşabilmek.
Ülkeyle ilgili beni etkileyen ikinci konu ise toplu taşımanın utanmasalar Zermatt'a kadar ulaşacak olması. Aklınıza gelebilecek tüm yerleşmelere tren ile ulaşmak mümkün denebilir. SwissPass ile İsviçre'deki ikinci evimiz trenler oldu. İtalya'daki gibi belli bir saatten sonra tekinsiz tiplerin bindiği trenlerle karıştırmamak gerek. Güvenli, temiz ve dünyanın en dakik toplu taşıma sistemi yine İsviçre'de. Şuana kadar ülkeyi kıskanmaktan ortadan ikiye çatlamadıysanız durun, devamı da var.
Son olarak bitirmek istemesem de ülkedeki ikinci el sirkülasyonundan bahsetmek istiyorum. Bizdeki gibi ay kullanılmış şey mi alacaksın, ne gerek var, paran var yenisini alsana, cimri misin? ya da ben sana alırım vb. kompleksli tepkileri bir tarafa bırakan İsviçreliler ikinci elden eşya, kıyafet, oyuncak, kitap vb. alabiliyor. Biz de sık sık Brückenhaus denen ikinci elcileri ziyaret edip oraya özgü harika şeyler alabildik. Çok özledim, aşırı özledim. Ama Postdoc bursu için tekrar aynı ülkeye gitmek yerine UK veya USA düşünüyorum. Bakalım neler olacak blog. Ağlama duvarımda bugün İsviçre'ye ağıt vardı.
7 Nisan 2023
Storytel'de dinlenesi
Kitap okumak için uygun zaman yaratmak giderek zorlaşıyor. Gün içerisinde ev işleri sırasında, araba kullanırken veya yürürken kitap dinleyebilmekse müthiş bir fırsat. Yine de ilk duyduğumda kitap okumakla aynı tadı vermeyeceğine dair ön yargılarım nedeniyle bir süre Storytel edinmek konusunda çekimserdim. Diğer taraftan Aydoğan Temel, Burak Sergen, Damla Sönmez, Mert Fırat ve Yiğit Özşener gibi karakteristik seslere sahip kişiler, öyküleri başka bir seviyeye taşıyabilir diyerek daha fazla dayanamadım.
Kitap dinlerken bir şeyi de keşfettim. Benim en iyi öğrenme yolum işitsel olabilir. Defalarca okuduğum, izlediğim şeyleri unuturken dinlediğim kitapları unutmuyorum. Belki de seslendirenlerin ses tonları ve vurguları öyle yerinde ki, her şey gözümde canlanıyor. Bu anlamda benim bazı favori kitaplarım oldu. İnanılmaz melankolik ses tonuyla Kirke ile özdeşleşen Damla Sönmez, bana Ben, Kirke kitabını çok sevdirdi. Ama hiç şüphesiz konuya bakmaksızın dinlemeyi en sevdiğim sesler Aydoğan Temel ve Kubilay QB Tunçer oldu.
Kitaplardan ise biraz sense of humor için Boğulmamak İçin (George Orwell) ve İnsanlar (Matt Haig); hayatı sorgularken yardımcı olması için Suç ve Ceza (Dostoyevski) ve İnsanın Anlam Arayışı (Viktor Frankl); aşk, entrika, dram vb. için Akhilleus'un Şarkısı (Madeline Miller) ve Uğultulu Tepeler (Emily Btonte) dinlemek için çok uygun kitaplar.
Kitap dinlemenin bir dezavantajından da bahsetmem gerekir. Örneğin Suç ve Ceza gibi bir kitabı dinliyorsanız işiniz çok zor. Çünkü karakterlerin hem tam isimleri, hem aile ve arkadaşlarınca söylenen farklı takma isimleri var. Mesela Avdotya Romanovna Raskolnikov'a aynı zamanda Dunya'da denildiğini ben çok geç algıladım. Tabi hikaye akıp giderken 'bir dk ya Dunya kim şimdi olaylara pat diye girdi de Rodyacığıma akıl veriyor' dedim ara sıra. O yüzden bu kitapları sakin kafayla odaklanarak dinlemek lazım. Ara ara da isimleri google'lamak lazım :) Yeri gelmişken Suç ve Ceza'yı övmek de gerek. Dostoyovski'nin övülmesi de bana kaldı çünkü. Kitapta Raskolnikov'un dünyasına dalarken, kendi kendine konuşan bir deliyi dinler gibisiniz. Bir taraftan da satır aralarında öylesine düşünmenize yol açan, hayatı sorgulatan cümleler de geçebiliyor. Kitaptan bir alıntı ile bitirelim:
"İnsanlar doğa yasası gereği iki sınıfa ayrılırlar, aşağı sınıf -sıradan insanlar- dediğimiz insanlar ki, tek görevleri, kendileri gibi bir takım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görevi görmekten ibarettir. Bir de, kendi çevrelerine yeni bir söz söyleme yetenek ve hakkını kendinde gören insanlar sınıfı... (...) Birinci grup, yaratılışları gereği tutucu insanlardır. Uysal bir yaşam sürerler, boğun eğerek yaşamayı severler. Onlar böyle bir yaşamda gururlarını incitecek hiçbir şey görmezler. İkinci sınıfa gelince; bunlar sürekli yasanın sınırlarını aşarlar, yeteneklerine göre yıkıcıdırlar veya buna yatkındırlar. Bugünün, daha iyi şeyler adına yıkılmasını isterler. Ama bunlardan birinin idealine erişmesi için bir ölünün, hatta bir kan gölünün üzerinden atlaması gerekse bile, bence büyük bir gönül rahatlığı ile kendine bu kan gölünün üzerinden atlama iznini verebilir." Dostoyevski
6 Nisan 2023
Soundtrack Önerileri
Evet, yeni bir makaleye başlamam gerekiyorken ben bir günde tam iki post paylaşıyorum blogta. Demek ki o makaleye başlama günü bugün değil. Biraz okuma yaparken fonda dinlediğim müziklerden bahsetmek istiyorum. Elbette bir akademisyen, elitist, entelektüel ve zeki biri olmanın gerektirdiği gibi enstrümental sözsüz müzikler dinliyorum (kendiyle dalga geçme sanatı). Başta Uzak Doğu esintili olmak üzere birbirinden romantik, melankolik, dramatik ve uzaklara dalmalık müzikler listeleyeceğim.
İlki Erhu ile müthiş soundtrack coverlayan Eliott Tordo'dan. Bu yüzden Aliexpress'te Erhu piyasasını araştırmış, kendime yakışır güllü dallı püsküllü bir Erhu bulmuş ama Türkiye'de bu enstrümanı çalmayı öğreneceğim hocayı bulamamış olmamı eklemek isterim. Bu enstrüman kadın sesine en yakın ve acıklı enstrümanlardan biri olarak kabul edilirmiş.
İkinci müziğimiz ise benim Uzak Doğu'nun Selvi Boylum Al Yazmalım filmi olarak nitelediğim House of Flying Daggers filminin müzikleri. Filmin müziklerini zaten Shigeru Umebayashi bestelemiş.Favori şarkım Seiklios'tan
Aydın'daki Tralleis antik kenti Persler'den Büyük İskender'e, oradan da Sparta ve Romalılar'a kadar pek çok medeniyetin izini taşıyan bir yer. Kentin özellikle heykeltraşlık, mimari, seramik vb. sanatsal alanlarda önemli bir merkez olduğu biliniyor. Hal böyle olunca kentin sakinleri de çeşitli meziyetlere sahipmiş. İşte rahmetli Seiklios'un mezar taşı için bestelediği şarkı da bu kentin bir eseri. Günümüzde hayatlarımızı değersiz hissettirecek pek çok olumsuzluğa maruz kalırken, Seiklios 2300 yıl öncesinden, mezarından sesleniyor ve yaşamımızın değerini hatırlatıyor. 'Mezar taşına iliştirilen şarkı böyleyse, kentin tavernalarında ne güzel şeyler dinliyorlardır' diye düşünmenin derdi de bana düşsün.
Tralleisli Seiklios'un Bestesi
Seiklios dikti beni, ben taştan bir heykelim,
Anısını yaşatmaktır sonsuza dek görevim.
Dertsiz tasasız ol yaşadığın müddetçe,
Hiçbir şeyin seni üzmesine asla izin verme,
Dertsiz tasasız ol yaşadığın müddetçe,
Yaşam gerçekten çok kısa ve pek çok şeye gebe,
Bedelini ödetir günü gelince.
Euter(pes) oğlu Seiklios (bunu) henüz hayatta iken (yaptırdı).
29 Mart 2023
Ben, Kirke
26 Aralık 2016
Vesikalı Yarim
2 Aralık 2016
Ünzile kaç koyun ediyor?
Herkese merhaba.
Bu ay 500 kere dinleyecek olduğum bir şarkıyı paylaşmak istiyorum. Size de 500 kere dinleyin demiyorum ama bir kere dinleyin ya. Şöyle ki ben bu şarkıyı geçen hafta arabada radyo dinlerken duydum. Anında tüylerim diken diken oldu. Dedim ki bu şarkıyı neden hiç duymadım, nasıl oldu da dinleyemedim. Aysel Gürel'in Ünzile ile tanışıp hikayesinden etkilenerek yazdığı bir şarkı olduğu söyleniyor. Türkiye'de kız çocuğu olmanın ne kadar ağır sorumlulukları olduğunu kimimiz tecrübe etti, kimimiz başkalarının hikayelerine şahit oldu. 1986'da bu şarkılar yazılırken, çocuk gelinler gündeme getirilirken bir de şimdiye bakıyorum. Ve popüler kültürün bizi getirdiği noktanın aslında 1986'dan da öncesi olduğunu görüyorum. Öyle ki ana dilimde yeni çıkan şarkıları dinlemediğimi gururla söyleyebiliyorum. O yüzden biz Ünzile'yi dinleyelim şimdi.
21 Haziran 2014
Yağlıboya
Yine yoktum ne zamandır. Çok işler yaptım, iş bile buldum. Evet dostlar çalışıyorum. Bu arada yağlıboya kursuna gittim. Hiçbir şey öğretmeyip yaptığımız resmi delicesine eleştiren bi hocamız vardı. Eee tabi mükemmel eserler çıkaramadım ama sırasıyla çalışmalarımı da sergileyecek cesaretim var :V Resim yaparken her şeyi unutuyorum, zaman nasıl geçiyor bilmiyorum falan filan derlerdi de inanmazdım. Biraz sabır işi olduğundan bazen zorlanıyorum ama yağlıboya benim ömürlük hobim oldu diyebilirim. Yaptıklarımın hepsini hediye ettim. Evde sadece Hedwig var, o da kardeşime hediye ettiğim için. Umarım beğenirsiniz. Merve
12 Şubat 2014
Ayın şarkısı
Şarkı ödevimi yaparken bir anda aklıma geldi. Sonra 35 kere dinledim tabi arka arkaya. Şimdilerde Medcezir dizisi severler beni anlamaz, ama The OC sevenler için belirtmem gerekir ki bu şarkı Marissa-Ryan ikilisinde kullanılmıştı. Zaten o dizide kullanılan hangi şarkıyı sevmeyiz ki?
1 Aralık 2013
Mutluluk mutlaktır, karşılaştırmaya gelmese hiç
"Bilmiyorum, hangi öç alıcı el, toplumun örttüğü renkli perdeyi birdenbire kaldırıverdi. Benim kadar sizin de bildiğiniz şu kurbanların birçokları gözlerimin önüne geldi. Benim yola çıkışımdan birkaç gün önce, can çekişir bir durumda Normandiya'ya giden Mme de Beauseant! Adını kirleten düşes de Langeis! ... korkunç ölümle ölen Leydi Brandon! Çağımız bu tür olaylar bakımından çok verimli. Belki Mme de Mortsauf'u da öldürecek olan kıskançlığa yenilip de zehir içen şu zavallı genç kadını kim tanımadı? .....
Toplum ve bilim, bu mahkemesi bulunmayan cinayetlerin suç ortaklarıdır. Kederden de, umutsuzluktan da, aşktan da, gizli düşkünlüklerinden de, durmadan dikilip kökünden sökülen, bir türlü meyve vermeyen umutlardan da kimsecikler ölmezmiş gibi gelir. Yeni terimlerde her şeyi açıklamak için hünerli sözcükler var: Gastrit, perikardit. Adları kulağa söylenen, iki yüzlü gözyaşlarıyla yola çıkarılan tabutların geçiş belgesi olan binlerce kadın hastalığı. Bu yıkımın altında bizim bilmediğimiz bir yasa mı vardır? Uysal, sevgi dolu yaratıklarla beslenen zehirli bir can mı vardır? Tanrım! ben de kaplanlar ırkından mıyım?" Balzac.
20 Temmuz 2013
Maeve Binchy
İrlandalı bir yazar olan Maeve Binchy'nin romanlarını severek okurum. Bloguma yazmaya karar verip şöyle bir hayatına göz atınca geçen yıl ölmüş olduğunu da öğrenmiş oldum. Kendisi ateist ve feminist imiş. Her nasılsa, üç kitabını okumama rağmen kendisiyle ilgili tek düşüncem tam bir aşk kadını olduğudur. Gerisiyle ilgili en ufak bir ipucu yok. Doğrusu kitaplara kendinden bir şey katmadığını bile düşünmeye başladım şuan. Neyse özel hayatıyla kitaplarını birbiriyle ilişkilendirememiş olabiliriz ama bu romanlarının harika olmadığı anlamına gelmiyor.
Yukarıda gördüğünüz kitapları okuyabildim henüz. Kapaklardan anlaşılacağı üzere yazar deniz kenarında, küçük, şirin, alabildiğine sıcak kanlı insanların yaşadığı kasabaları tercih ederek bizi can evimizden vuruyor. Eh böyle yerler aşk hikayeleri için çok müsait. Romantik komedi filmlerinde eleştirdiğim mükemmel çiftlerin mükemmel şehirlerde tanışıp mükemmel aşklar yaşamaları gerçek hayatta pek olmaz. Bu kitapların da eleştirilebilecek tek yanı bu benim için.
Yine neyse diyerek olumsuz eleştiriden olumlu eleştiriye geçiyorum. Yazarın çok iyi bir betimleme yeteneği var ki, ben sanki şuan İrlanda'da bir kasabayı, Yunanistan'da da bir adayı gidip görmüş bulunuyorum :) Yani beni koyun Aiya Anna adasına yolumu bulurum. En son okuduğum Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler'i çok beğendim. Turistik yerlere sıradan bir turist gibi bakmamaya odaklanmış. Bir turist olarak çok fazla yerde bulunmuş olmama rağmen şu kitaptaki olaylardan bir tanesinin bile başıma gelmemiş olması, benim bildiğimiz sıradan bir turist olduğumun kanıtıdır :) Yazar kitapta demek istemiş ki, bir senin yaptığın gibi tatil var (ot gibi), bir de böyle bir tatil var. Neyse. Kitapların dinlendirici bir yanı da vardır ki söylemeden olmaz. İçinde olay var ama ne kafanızı karıştıracak ne de sizi heyecanlandıracak. Sadece sırası gelince olayların çözülmesi için sakin sakin okunacak kitaplar. Her zaman değil ama bazen böyle romanlar iyi gider diyerek tavsiye ederim.
29 Haziran 2013
Batı Yakası Hikayesi
1961 yapımı eski mi eski bu müzikal bende hayranlık uyandırmıştır diye söze girelim. Filmin gereksiz diyaloglarından yakınan, sıkıcı ya da uzun olduğunu düşünenler var. Ben filmi yeterince hareketli bulduğumdan şikayet etmeyeceğim. Porto Rikolu göçmenlerin çetesi Köpekbalıkları ve beyazların çetesi Jetler arasındaki sokak çatışması başlangıçta esprili bir havayla anlatılmış. Filmin ilk bölümünde daha çok Porto Rikoluların Amerikalılaşmaması ve girdikleri göçmen psikolojisine yer verilmiş. Ayrımcılığın had safhada olduğu ve aslında herkesin bir şekilde göçmen olduğu bir ülkede gerçek Amerikalıların kim olduğu da sorgulanmış. Şöyle ki eğer Avrupa kökenli beyaz bir göçmensen Amerikalı olarak kabul görebilirsin. Latin ya da siyahi isen hele bir de aksanlı konuşuyorsan vay haline. Irkçılıkla başlayıp Amerikanın tüketim kültürüne ve pahalılığına da eleştiri getirilmiş. Bu anlamda benim filmde en beğendiğim sahne America sahnesidir:
25 Mayıs 2013
Angus & Julia Stone
En son bloguma ne zaman yazdığımı görünce şaşırmadım. Çünkü aylardır nasıl bir yoğunluğun içinde olduğumu ben bilirim:V O kadar zamandan sonra ne yazsam diye düşünmekten tez konuma vakit kalmadı onu da yine ben bilirim:V Deli gönül sevdasını da ben bilirim:V Neyse.
6 aydır filan dinliyorum Angus & julia Stone ikilisini. Araştırdım ki pek bilinen bir grup değilmiş. Çok popüler olmamaları benim için sevindirici, ama sevgili okurlarıma da tanıtmadan olmazdı. Şarkıları yolculuklarda iyi gidiyor benden söylemesi ;) Özellikle tavsiye edeceğim şarkılarsa şöyle:
Etiketler
- Doğa (2)
- filmler (38)
- Gezi (5)
- Kitaplar (10)
- Kültür Sanat (6)
- Moda Dekorasyon (3)
- Müzik (11)
- Özel Günler (4)
- TV (6)