30 Ağustos 2024

Fleabag

Biri pat diye 'en sevdiğin dizi?' diye sorsa cevabım 'Fleabag' olurdu. Aslına bakılırsa dram, biyografi ve fantastik türlerde daha çok favori dizi ve film sayabilirim. Ama Fleabag favorim çünkü kara komediler nadiren gerekten komiktir. Diğer taraftan bu dizide de dram had safhada. Aşk desen 'best couple of the year' bu çifte gider:

Diziyi izleyeli epey oldu. Ama biraz şekilsel de olsa değerlendirmek istiyorum. Güzel ve yakışıklı olmayan, ama karizmatik başroller her zaman iyidir. Onları izlemeye devam edeceğimiz başka şeyler de vadederler. Bu anlamda tüm kadro çok eğlenceli ve karakteristik özellikleri ile unutulmazdı. Dizi olmadan önce tek kişilik bir tiyatro oyunu olarak ortaya çıkan Fleabag, başrol oyuncusu Phoebe Waller-Bridge'in kendi eseri. O yüzden pek çok kişi Phobe'nin aslında kendini oynadığını iddia ederken; kadıncağız bunun bir karakter olduğuna kimseyi inandıramadı. Çünkü kimse Fleabag ve The Priest aşkının kurgu olduğuna inanmak istemiyor jsdjalkjfj.

Kimi değerlendirmelerde dizinin komedi, kimilerinde aşk hikayesi, kimilerindeyse aile dramı olarak nitelendirildiğini okuyabilirsiniz. Ben son sahnede hıçkırarak ağladığımdan aklımda hep dramatik bir dizi olarak kaldı. Bir yanım Fleabag'i çok aykırı ve rahatsız edici bulurken, diğer yanım tam olarak onun gibi yıkıcı olabileceğini düşünmeksizin özgürce aklından geçeni söylemesini özenerek izledi. Kız kardeşlik takımında yer aldığımdan en çok eğlendiğim sahneler kardeş ilişkilerinde oldu. Beyaz atlı prensimiz The Priest ise bol bol düşündürdü. Bu karakterin ilişkiler, din, yaratıcı, toplum ve kendisi hakkındaki beyin fırtınaları, din adamlarının da senin benim gibi baya baya 'şimdi noluyor ya burada?' dercesine kafa karışıklıkları yaşayabildiğini gösterdi. Bir başka yazımda yere göğe sığdıramayacağım Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portesi kitabındaki Henry karakteri de beni böyle düşüncelere sevk etmiştir. Sorulması zor soruları kendine soran, bir cevap bulamayan ve bir cevabın olmayabileceği belirsizliğini kabul edebilen aykırı karakterler. 

Ne diziyi anlatıyorum, ne bir spoiler var, ne de bir enteresan trivia. En iyisi kapatmadan önce best break-up sahnemize yer verelim. Olmaz aşka amin demeyen rahibimiz:






7 Ağustos 2024

Ölü Canlar Da Ne Demek?

 Bitmeyen yazdan selamlar. Bu ara 5 yaşla fazlaca empati yapmaktan kendimi unuttuğum bir dönemdeyim. Yine de arada okuyamasam da dinleme fırsatı bulduğum güzeller güzeli bir kitabı tanıtmak istiyorum. Ölü Canlar.

Evet, kitabı okumaya devam ettiğimi belirtmek isterim. Amacım burada özetleme yapmak değil, büyük bir yanlış anlaşılmayı gidermek. Bazı kitaplar vardır ki kapağıyla, bazen kitaptan alıntılanan cümlelerle okumasanız da okumuşsunuz hissi verir. Hatta daha da fazlası kitapla ilgili kesin bir yargınız oluşur. Örneğin okumadığım Gorki'nin Ana'sı benim için karanlık, fakirlik, keder, açlık vs.vs. Yine Ölü Canlar da gerek ismi gerekse kapağıyla benim için karanlık bir Rus edebiyatı örneğiydi. Gel gelelim kitabı okumaya başlayınca anladım ki Gogol mizaha bulaşmadan yapamıyor. Bayıldığım Rus klasiklerinde olmayan ve bu kitapta olan şey kesinlikle muzip toplum eleştiri olabilir. Erkekler, kadınlar, karı koca ilişkileri, zenginlik, statü ve sahtecilik üzerine öyle tespitler var ki insanların ve toplumların yıllar içinde çok az değiştiğine inanıyorsunuz. Kitabın bir noktasında yazar da dayanamayıp bu konuda kendini eleştirmiş hatta. Öyle gerçekçi bir dedikoducu kadın profilinden bahsediyor ki Rus İmparatorluğu'nun bir yerinde bir kadın çıkıp 'bu adam beni tarif etmiş, peşime adam takıp izlemiş ve hakkımda kitap yazmış diyebilir' demiş. Nitekim Gogol yaşarken başına böyle bir olay geldiğine kitapta satır arasında yer vermiş. 
Hayattaki yeteneğin ne olsun isterdin deseler sanırım insanı ve toplumu böylesine anlayabilmek, her şeye dışarıdan bakabilmek derdim. Bu kitaptaki karakterlerin gerçekten aramızda var olduğu düşüncesiyle yazımı bitiresim geldi. Toplumun 150 yıldır onca yeniliğe rağmen aynı kalışı. Tüm sembolik karakterleri benzetecek eşin, dostun, akrabanın olması. Ben de onlardan biri olabilirim. Dedikodu sever, biraz güncel yazını takip ederek toplum içinde atıp tutar ve en nihayetinde kendimi iyi biri olarak göstermek isterim. Öz eleştiri dedin mi başak burcu olarak üstüme tanımam!
Sevgili Gogol, nice Rus yazar seni övmüştür ama ben de övmeyeyim mi yani? Palto, Burun ve Bir Delinin Hatıra Defteri'ne şimdi de Ölü Canlar eklendi. 
Turgenyev mi yoksa Dostoyevski mi söyledi tam bilinmese de o ünlü sözü de paylaşarak bitirelim: "Hepimiz Gogol'un paltosundan çıktık.".
Bu arada kitabın bitmesine sayfalar kaldı hala bu ölü canlar ne işe yarayacak çözemedim!

29 Nisan 2024

Siyah

Şu sıralar ruh halimi tanımlayan Karsu'nun eşsiz Siyah şarkısını dinlemenizi öneririm:

 Koydum yükseğe çıta, sessiz çığlıklar attım

Kanla, terle, göz yaşıyla denedim aşamadım


18 Mart 2024

Light Novel

 Genelde Asya'da amatörler tarafından yazılan, kimi zaman resimli versiyonlarının da eşlik ettiği, okuması kolay, karakter çeşitliliği nispeten az ve çoğunluklu dram/aşk konulu online kitaplara light novel diyebiliriz sanırım.

Güzel bir sözlük tanımı uydurduktan sonra bu kitaplara nasıl bulaştığımla başlayabilirim. Yine akademik literatürden inanılmaz bunaldığım ve farklı şeyler okumak istediğim bir dönemimdeydim. Bu sırada yanımda kitap taşımak da istemiyorum tabii. Her an aklıma gelen her yerde okuyabilmeliyim. Diğer taraftan da kafamı çok yormamalı, zaten yoruluyoruz. İşte tüm kriterlerimi karşılayan Under The Oak Tree (UTOT) ile karşılaştım. Okurken Türk dizisi izlercesine sizi kanser edecek suskunluklar, söylenecek haberin bir türlü söylenememesi, aşıkların bir türlü buluşamaması filan derken sinir olarak okuyup bitirdim. Epey de uzun bir kitaptı. Ancak yine aynen Türk dizisi gibi olayları bir yerden bir yere getirmek için deveye hendek atlatan roman, bir anda düğün sahnesiyle final yaparcasına bitti. Bu sebeplerden eleştiri alsa da light novelcilerin en favorilerinden birisi bu kitaptır. Benim de ilk okuduğum novel olduğundan ve tabii Riftan Calypse gibi bir efsane karakter barındırmasından, okuyuculara önerim olabilir. 

Bu kitaptan sonra okuduğum A Barbaric Proposal ve Lucia ise UTOT tekrarından başka bir şey değildi. Yine de uyarmalıyım ki kitaplardaki olay örgüsü bir şekilde merak uyandırdığından her boş anınızda okumaya devam ediyorsunuz. Bir de okurken gözünüzde sahneleri canlandırmakta zorlandığınızda webtoon üzerinden bulabileceğiniz çizimler var. Bunlar da okuma sürecine ayrı bir keyif katıyor. Son olarak light novellerin Güney Kore örneklerinde beni rahatsız eden bir konudan bahsetmem gerekiyor. İstisnasız tüm novellerde erkek koruyucu, gözü kara, fiziksel olarak siyah saçlı ve aşırı geniş omuzlu tasvir edilmekte. Kadınlar da her nedense aşırı zayıf, kırılgan, narin, sakar, şapsal, özgüvensiz ve daha bir sürü şey. Genellikle de kitabın sonuna doğru bu vicdansız, ataerkil erkek bir şekilde karşı cinsle artan iletişimine bağlı olarak yumuşarken; naif kızımız da özgüven kazanıp astığım astık kestiğim kestik bir karaktere dönüşmekte. İşte bu garip rol paylaşımlarını da ele aldıktan sonra gereksiz yazımı bitirmek istiyorum. Neden Türk dizisi izlediğinizi asla anlayamayacağınız gibi, başladıktan sonra neden bu novellere devam ettiğinizi de anlayamayacaksınız. O yüzden en iyi seçenek başlamamak olabilir. Size biraz ortamlarda satılamayacak bilgi verdikten sonra yazımı bitirmek istiyorum. İyi haftalar. 



8 Kasım 2023

Live Palestine!

Çok nefret dolu şeylere şahit olduğumuz şu günlerde, İsveçli dağılmış bir grubun Filistin için yazdığı bir şarkıyı paylaşmak istiyorum. Dünyanın tüm yobaz, muhafazakar ve ırkçılardan kurtulduğu bir gelecek asla olmayacak. Ama en azından bu şarkıdaki sözlerin gerçek olmasını dileyebilirim.

 

3 Ağustos 2023

I feel so different


Çok çok sevdiğim, sesine ve duruşuna hayran olduğum Sinead O'Connor'ın ölümünden büyük üzüntü duydum. Kendisi yaşarken efsane olmuş bir İrlandalı şarkıcı. Aynı zamanda da döneminin en protest ruhu. Kendisine verilen Grammy vb. ödelleri almayı reddetmiş; Papa'nın fotoğrafını yırtmış; fastfood zincirlerine tepki koymuş; Amerikan Milli Marşı'nı söylemeyi reddetmiş bir kadın. Diğer taraftan müthiş bir felsefi arka planı varmış gibi de görünmüyor. Zorba bir anne ile büyümenin getirdiği psikolojik sıkıntılarla mücadele ederken sistemi suçlayarak hafiflemeye çalışan birisi gibi daha çok. Her iki durumda da çok etkileyici, çok cesur ve çok ilham verici. Bence 2000'lerde başlayan içi boş müzik kültüründen, 1990'ların anlam içeren şarkılarına ve sanatçılara dönmemiz lazım arada bir. 

Herkes onu Nothing Compares 2 U ile bilir. Ama ben en çok Feel So Different fanıyım. Bu haftanın benim için inanılmaz zorlu, stresli ve bir o kadar tatmin edici olduğunu söylemeliyim. O yüzden bu haftanın anlam ve önemine çok yakışacak olan bu şarkıyı paylaşmak istiyorum. Gerçekten de I feel so different abi!!




15 Haziran 2023

Assassin's Creed İle Tarih Dersi

Merhaba blog. Bugün film, müzik ve edebiyattan bir parça uzaklaşarak en en en sevdiğim oyunla ilgili bir yazı yazmak istedim. Ortaokuldayken ataride oynadığım Mario, Duck Hunt, Contra, Bomberman ve Street Fighter falan filan  çok zamanımı almıştır. Sonrasında 2000'lerde bilgisayarımız olunca Counter-Strike da oynardım. Ama hiç bir oyun Assassin kadar zamanımı almamıştır. 2015 yılında bir arkadaşımın Playstation'ında görüp oynamaya başlamıştım Assassin's Creed'i. O zamanlar Londra'daki çetelerle savaşan Jacob Frye epey karizmatik bir oyun karakteriydi. Sonrasında Origins, Odyssey ve Valhalla ile devam eden seri giderek daha nitelikli hale geldi. Oyunda kaç saat geçirdiğimi buraya yazmak istemiyorum, ama bir doktora tezi daha yazılırdı o kesin.

Bazen yapılacak bir sürü işim varken neden oyun oynadığımı sorguluyorum. Ama AC gerek gerçek tarihi karakterler içermesi, gerekse tarihin en güzel dönemlerindeki gündelik hayatı gözler önüne sermesiyle beni kendine bağlamıştır. O dönemdeki dini inanışlar, kültürel pratikler, aile hayatı ve kadın erkek eşitsizliği gibi pek çok konu oyun akışında kendine bir yer buluyor. Örneğin tam Akilleus'un Şarkısı ve Ben Kirke kitaplarını okuduğum dönemde Antik Yunan sevdam yükselmişken AC Odyssey oyununa başladım. Ve tam olarak Antik Yunan okumalarım ile oyunun örtüştüğünü fark ettim. Oyun yalnızca ana olay örgüsü ile değil yan görevler ile de dönemi ve yaşam tarzını anlamanızı sağlıyor. Özellikle son oyunlarda artan aile dramı ve oyuncuya bırakılan karar mekanizması çok çok iyi. Bayek ve ölen oğlu; Kassandra ve Alexios'un parçalanan ailesi; Eivor ve Sigurd'ın rekabeti. Ana karakteri kadın seçebilmek de yine oyunun en güzel gelişmelerinden. Genellikle aile ilişkileri ve bozulan kardeşlikler üzerine kurulan ana hikaye etrafında tarihte gerçekten yaşanmış önemli olaylara şahitlik etmek mümkün. Örneğin Termopylae Muharebesi sinematik olarak izlenebiliyor, Cleopatra, Charles Dickens, Herodotos, Sokrates, Caesar gibi karakterler ile tanışarak görevler tamamlanabiliyor. Oyunun geçtiği döneme göre değişen İngilizce aksanlara ise bayılıyorum. En son Kassandra karakterinin Yunan aksanı ile seslendirdiği karakter çok hoşuma gitti. Tarihsel dönemlere olan merakımı giderirken pek çok şey öğrendiğim oyun bana iyi ki o dönemlerde yaşamıyorum da dedirtmeyi başarmıştır. Özellikle Valhalla evreni çok dark ve kanlı geldi bana. Onun yerine Odyssey daha yumuşak ve eğlenceli sahnelere sahip.

2016 yapımı AC filminden de bahsedeyim. Bence film ve müzikler çok iyiydi. Ama Michael Fassbender oyunu oynayanlara biraz yaşlı bir assassin olarak gelmiştir diye tahmin ediyorum. Ben olsam Dev Patel, Timothee Chalamet gibi oyuncular tercih ederdim.  Son olarak hem oyunların hem de filmin müziklerini açın açın dinleyin diyorum ve yazımı bitiriyorum. 

12 Nisan 2023

İçimizdeki Heidi

 Neresinden başlasam anlatmaya bilmiyorum. Ama anlatmak istiyorum. Doktora bursu için arayışlarım sırasında dağlık alan çalıştığım için Alpler'de bir ülkeye odaklanmıştım. Başlangıçta Avusturya Innsbruck Üniversitesi'nden konumla epey ilgili bir hocadan kabul aldım. Yaklaşık 8 ay falan Innsbruck'a gidecek gibi hazırlandım. Derken COVID-19 ile süreç durdu. Süreç bittiğindeyse hoca emekli olduğunu söylemez mi? Hemen yeni hoca araştırdım. Ve büyük bir cesaretle alanımdaki en iyi ekonomik coğrafyacılardan Manfred Perlik'e mail gönderdim. Kendisi hem duayen hem de mütevazi olunca bir anda İsviçre Bern Üniversitesi yolları göründü bize. Gerek akademik gerekse kişisel sorunlarımla en yardımsever şekilde ilgilenen hocam sayesinde doktora bursu inanılmaz bir deneyim oldu (Beni havalimanına uğurlamaya gelerek tezimle ilgili son düzeltmeleri de orada vermiştir kendisi). Yeri gelmişken Manfred üzerinden İsviçrelilerin karakteristik özellikleriyle ilgili bir iki şey söylemek istiyorum. Çok dürüst, dakik, çalışkan ve nazik olduklarını düşünüyorum. Ayrıca sohbet ederken size karşı çok meraklı ve değer veren bir yaklaşımları da var. Genelde yurtdışı değişim programlarında ya hoca çok sıkıdır ve hep çalışırsın ya da çok gevşektir ve sadece gezersin. 2 ay gibi kısacık zamanımda İsviçre'nin hem altını üstüne getirmem hem de akademik anlamda güzel işbirlikleri yapmam beni de çok şaşırttı.

Gezdik, gördük, öğrendik, sosyalleştik, bir sürü de fotoğraf paylaştık tabii. Herkes 2,5 yaşındaki çocukla ne güzel geziyorsun falan diyor. Ama arka planda her şey o kadar da kolay olmadı. Neredeyse yolculuk gününe kadar içimden sürekli ne halt ettiğimi kendime sorup durdum. Başta hoca değişikliği aksiliğinden, kalacak yer ayarlarken dolandırılmama kadar bir sürü şey oldu. Çağan da bir taraftan babasından ayrı kalacaktı. Bu düşüncelerle gittiğimiz İsviçre'de hayatın en mükemmeliyle tanışınca endişelerimiz bir anda yok oldu. Dünyanın en refah ülkesine daha adım atar atmaz Türkiye'ye has endişeli ve karamsar ruh halimizi de geride bıraktık. 

Şu sıralar Türkiye'den kaçıp gitme isteklerimiz zirve yapmışken, ben de gittiğim ülkelerden en çok İsviçre'yi özlüyorum. Çocuk yetiştirmek için cennet gibi bir yer olan İsviçre'de çok az çocuk olmasına karşın trenlerden, marketlere her yer çocuk dostu. Orada harika günler geçirdikten sonra Çağan'ı geri Türkiye'ye getirip burada büyütecek olmam beni epey üzmüştü. Sıradan bir gün kentteki evinizden 10 dk bile yürüseniz kesintisiz büyük kent ormanlarından oluşan parklara erişebiliyorsunuz. Bu ormanlarda asfalt, beton, büfe vb. yapılaşmalar yok. Toprak yolda saatlerce yürüyüş ve koşu yapabilmek mümkün. Zaman zaman içinde ördeklerin de yüzdüğü küçük göller ile de karşılaşılabiliyor. Beni İsviçre'de en çok etkileyen lüks işte bu olmuştu. Evden çıkıp yürüyerek oğlumla doğaya bu kadar çabuk ulaşabilmek. Hem kentte yaşamak, hem de kıra özlem duymadan ulaşabilmek. 

Ülkeyle ilgili beni etkileyen ikinci konu ise toplu taşımanın utanmasalar Zermatt'a kadar ulaşacak olması. Aklınıza gelebilecek tüm yerleşmelere tren ile ulaşmak mümkün denebilir. SwissPass ile İsviçre'deki ikinci evimiz trenler oldu. İtalya'daki gibi belli bir saatten sonra tekinsiz tiplerin bindiği trenlerle karıştırmamak gerek. Güvenli, temiz ve dünyanın en dakik toplu taşıma sistemi yine İsviçre'de. Şuana kadar ülkeyi kıskanmaktan ortadan ikiye çatlamadıysanız durun, devamı da var.


Ülkede çocuklara sonsuz sevgi ve nezaketle yaklaşılıyor. Onların bir şeyler öğrenebilmesi çok önemli. Tesadüfen önünden geçtiğiniz bir çiftlik bile çocuklar için düzenlenmiş. Önce ineklere yem veriyor, sonra vitrine konulmuş maket traktörleri inceliyor, ardından İsviçre'ye özgü keçileri yakından inceliyor, son olarak da çiftliğin kum havuzunda kamuya ait tırmık, kürek vb. oyuncaklarla günü bitirebiliyorsunuz. Ankara'da çocukları hafta sonu doğaya götürmek için en az 1 saat arabayla yolculuk yapıyoruz :( Ek olarak İsviçre'deki tüm parklarda kum havuzu bulunduğunu ve buralarda büyük bir sandık içerisinde kürek, kova, tırmık, kalıp, traktör vb. oyuncukların bulunduğuna değinmem gerekiyor. Başlangıçta benim Adanalı oğluşum oyuncaklarla vedalaşmakta zorlanmış ve oyuncakların yarın geldiğinde orada olmayacağını düşünmüştü normal olarak. Ama her gün gittiğimizde parktaki tüm çocuklarla birlikte bu oyuncaklarla oynadılar. Ülkedeki sosyal adalet parktaki kum havuzunda başlıyor diyebiliriz. Her milletten çocuğun olduğu parklarda çok tatlı bir ortam var. Çeşitlilik bu kadar çok olunca ayrımcılık da daha az oluyor. Yine kendini ortama yabancı hissetme hissi de çabucak yok oluyor. Çağan'ın bu kozmopolit ortamda öğrendiği ilk kelime ise tabi ki Nein! olmuştu. Ara ara çıkan oyuncak kavgalarında diğer ebeveynlerin tutumunu da izleme şansım oldu. İsviçreli anne babalar çocuklarına sorun yaşasa bile müdahale etmekten kaçınıyor. Bizim gibi araya atlayıp 'aaaa ama oğlum ayıp kardeşten özür dile, yok olmaz paylaş, paylaşmak güzeldir' car curt ayakları yapmıyorlar. Çocuk sorunu kendi çözmeye çalışıyor. İşte biz de Çağan'ı kum havuzunda kaderine terk edince çocuk biçare Nein demeyi öğrenmişti.

Gelelim Heidi'nin anavatanda Heidi'nin yerine. Ben bu konuya yetim çocuklar şöyleymiş böyleymiş diye yaklaşmıyorum. Benim için Heidi romantik bir mesele. Zira annem de Heidi çizgi filmi ile büyümüş ve bizim ailede yeri çok başka. Dünyanın en çok uyarlanan kitaplarından birisi olan Heidi, şuan hala TrtÇocuk'da izlenebiliyor. Hal böyle olunca Heididorf'a gidip o atmosferi solumak bizi çok etkiledi. Bir ara annem ağladı ahahdkjs. Akşam eve geldiğimizde annem Heidi'nin kendi izlediği versiyonunu açıp baştan sonra izletmeye başladı bize. Akşamları çayımızı koyup günü yorgunluğunu Heidi izleyerek atmakta çok Swiss bir hareket ahahaha.


Son olarak bitirmek istemesem de ülkedeki ikinci el sirkülasyonundan bahsetmek istiyorum. Bizdeki gibi ay kullanılmış şey mi alacaksın, ne gerek var, paran var yenisini alsana, cimri misin? ya da ben sana alırım vb. kompleksli tepkileri bir tarafa bırakan İsviçreliler ikinci elden eşya, kıyafet, oyuncak, kitap vb. alabiliyor. Biz de sık sık Brückenhaus denen ikinci elcileri ziyaret edip oraya özgü harika şeyler alabildik. Çok özledim, aşırı özledim. Ama Postdoc bursu için tekrar aynı ülkeye gitmek yerine UK veya USA düşünüyorum. Bakalım neler olacak blog. Ağlama duvarımda bugün İsviçre'ye ağıt vardı.

7 Nisan 2023

Storytel'de dinlenesi

Kitap okumak için uygun zaman yaratmak giderek zorlaşıyor. Gün içerisinde ev işleri sırasında, araba kullanırken veya yürürken kitap dinleyebilmekse müthiş bir fırsat. Yine de ilk duyduğumda kitap okumakla aynı tadı vermeyeceğine dair ön yargılarım nedeniyle bir süre Storytel edinmek konusunda  çekimserdim. Diğer taraftan Aydoğan Temel, Burak Sergen, Damla Sönmez, Mert Fırat ve Yiğit Özşener gibi karakteristik seslere sahip kişiler, öyküleri başka bir seviyeye taşıyabilir diyerek daha fazla dayanamadım. 

Kitap dinlerken bir şeyi de keşfettim. Benim en iyi öğrenme yolum işitsel olabilir. Defalarca okuduğum, izlediğim şeyleri unuturken dinlediğim kitapları unutmuyorum. Belki de seslendirenlerin ses tonları ve vurguları öyle yerinde ki, her şey gözümde canlanıyor. Bu anlamda benim bazı favori kitaplarım oldu. İnanılmaz melankolik ses tonuyla Kirke ile özdeşleşen Damla Sönmez, bana Ben, Kirke kitabını çok sevdirdi. Ama hiç şüphesiz konuya bakmaksızın dinlemeyi en sevdiğim sesler Aydoğan Temel ve Kubilay QB Tunçer oldu. 

Kitaplardan ise biraz sense of humor için Boğulmamak İçin (George Orwell) ve İnsanlar (Matt Haig); hayatı sorgularken yardımcı olması için Suç ve Ceza (Dostoyevski) ve İnsanın Anlam Arayışı (Viktor Frankl); aşk, entrika, dram vb. için Akhilleus'un Şarkısı (Madeline Miller) ve Uğultulu Tepeler (Emily Btonte) dinlemek için çok uygun kitaplar. 

Kitap dinlemenin bir dezavantajından da bahsetmem gerekir. Örneğin Suç ve Ceza gibi bir kitabı dinliyorsanız işiniz çok zor. Çünkü karakterlerin hem tam isimleri, hem aile ve arkadaşlarınca söylenen farklı takma isimleri var. Mesela Avdotya Romanovna Raskolnikov'a aynı zamanda Dunya'da denildiğini ben çok geç algıladım. Tabi hikaye akıp giderken 'bir dk ya Dunya kim şimdi olaylara pat diye girdi de Rodyacığıma akıl veriyor' dedim ara sıra. O yüzden bu kitapları sakin kafayla odaklanarak dinlemek lazım. Ara ara da isimleri google'lamak lazım :) Yeri gelmişken Suç ve Ceza'yı övmek de gerek. Dostoyovski'nin övülmesi de bana kaldı çünkü. Kitapta Raskolnikov'un dünyasına dalarken, kendi kendine konuşan bir deliyi dinler gibisiniz. Bir taraftan da satır aralarında öylesine düşünmenize yol açan, hayatı sorgulatan cümleler de geçebiliyor. Kitaptan bir alıntı ile bitirelim:

"İnsanlar doğa yasası gereği iki sınıfa ayrılırlar, aşağı sınıf -sıradan insanlar- dediğimiz insanlar ki, tek görevleri, kendileri gibi bir takım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görevi görmekten ibarettir. Bir de, kendi çevrelerine yeni bir söz söyleme yetenek ve hakkını kendinde gören insanlar sınıfı... (...) Birinci grup, yaratılışları gereği tutucu insanlardır. Uysal bir yaşam sürerler, boğun eğerek yaşamayı severler. Onlar böyle bir yaşamda gururlarını incitecek hiçbir şey görmezler. İkinci sınıfa gelince; bunlar sürekli yasanın sınırlarını aşarlar, yeteneklerine göre yıkıcıdırlar veya buna yatkındırlar. Bugünün, daha iyi şeyler adına yıkılmasını isterler. Ama bunlardan birinin idealine erişmesi için bir ölünün, hatta bir kan gölünün üzerinden atlaması gerekse bile, bence büyük bir gönül rahatlığı ile kendine bu kan gölünün üzerinden atlama iznini verebilir." Dostoyevski

6 Nisan 2023

Soundtrack Önerileri

Evet, yeni bir makaleye başlamam gerekiyorken ben bir günde tam iki post paylaşıyorum blogta. Demek ki o makaleye başlama günü bugün değil. Biraz okuma yaparken fonda dinlediğim müziklerden bahsetmek istiyorum. Elbette bir akademisyen, elitist, entelektüel ve zeki biri olmanın gerektirdiği gibi enstrümental sözsüz müzikler dinliyorum (kendiyle dalga geçme sanatı). Başta Uzak Doğu esintili olmak üzere birbirinden romantik, melankolik, dramatik ve uzaklara dalmalık müzikler listeleyeceğim. 

İlki Erhu ile müthiş soundtrack coverlayan Eliott Tordo'dan. Bu yüzden Aliexpress'te Erhu piyasasını araştırmış, kendime yakışır güllü dallı püsküllü bir Erhu bulmuş ama Türkiye'de bu enstrümanı çalmayı öğreneceğim hocayı bulamamış olmamı eklemek isterim. Bu enstrüman kadın sesine en yakın ve acıklı enstrümanlardan biri olarak kabul edilirmiş.

İkinci müziğimiz ise benim Uzak Doğu'nun Selvi Boylum Al Yazmalım filmi olarak nitelediğim  House of Flying Daggers filminin müzikleri. Filmin müziklerini zaten Shigeru Umebayashi bestelemiş. 
 
Filmini de müziği kadar sevdiği diğer önerim Interstaller. Müzikleri Hans Zimmer'in bestelediğini söylemeye gerek yok görüyorsunuz.
Bu önerilerimin ise Thimothée Chalamet hayranlığımla ilgisi yoktur baştan belirteyim. 
                
The King benzeri bir diğer önerim King Arthur filminden.
BONUS: Son olarak en sözlü de olsa dinlemekten kendimi alamadığım bir önerim olacak. Evet Hint filmleri ve müziklerine duyduğum sempati sık sık arkadaş ortamlarında alay konusu olsa da paylaşacağım. Burası benim blogum ahslkskodas. Dalga geçmeden önce bir düşünün. Jodhaa Akbar filminin müzikleri dünyaca ünlü ve Hollywood ile çalışan (sempatime dayanak olarak Hollywood)  A.R.Rahman'a ait. Bakın tekrar söylüyorum dalga geçmek için fazla iyi bir film. 

Favori şarkım Seiklios'tan

Aydın'daki Tralleis antik kenti Persler'den Büyük İskender'e, oradan da Sparta ve Romalılar'a kadar pek çok medeniyetin izini taşıyan bir yer. Kentin özellikle heykeltraşlık, mimari, seramik vb. sanatsal alanlarda önemli bir merkez olduğu biliniyor. Hal böyle olunca kentin sakinleri de çeşitli meziyetlere sahipmiş. İşte rahmetli Seiklios'un mezar taşı için bestelediği şarkı da bu kentin bir eseri. Günümüzde hayatlarımızı değersiz hissettirecek pek çok olumsuzluğa maruz kalırken, Seiklios 2300 yıl öncesinden, mezarından sesleniyor ve yaşamımızın değerini hatırlatıyor. 'Mezar taşına iliştirilen şarkı böyleyse, kentin tavernalarında ne güzel şeyler dinliyorlardır' diye düşünmenin derdi de bana düşsün. 

Tralleisli Seiklios'un Bestesi

Seiklios dikti beni, ben taştan bir heykelim,

Anısını yaşatmaktır sonsuza dek görevim.

Dertsiz tasasız ol yaşadığın müddetçe,

Hiçbir şeyin seni üzmesine asla izin verme,

Dertsiz tasasız ol yaşadığın müddetçe,

Yaşam gerçekten çok kısa ve pek çok şeye gebe,

Bedelini ödetir günü gelince.

Euter(pes) oğlu Seiklios (bunu) henüz hayatta iken (yaptırdı).


29 Mart 2023

Ben, Kirke

Selam sana blog! dercesine bir görselle karşınızdayım. En son postumu 2016 yılında yazdığımı düşünürsek, ben bile şuan neden geri döndüğümü sorguluyorum. Bir öğrencimle fikir alışverişinde bulunurken aniden aklıma gelen sevgili Ninatta'nın Bileziği, yeniden ziyaret edince kendime ihanet etmişim hissi yarattı. 15 yıl önceki ben nasıl biriymişim? Boş zamanı olan, eğlenceli ve yargı dağıtan biriymişim sanırım. Geldiğim noktadan oraya bakınca, o kızla gurur duymadım da değil. Bir blogda, 3-5 sevdiğim arkadaşım okuyor diye, istikrarlı şekilde yazmaya başlamışım. Şimdilerde zorunlu olmadıkça yazmadığımı fark ettim. Halbuki ben bilimsel yayınlar dışında yazmayı daha çok seviyorum. O zaman ne duruyorum? Doktora da bittiğine göre bloguma dönüp izlediklerim, okuduklarım ve düşündüklerim üzerine kimsenin okumayacağı şeyler yazmanın tam zamanı! 
İlk postum için bu yıl içinde okuduğum ve bitecek diye üzülerek sayfaları çevirdiğim Ben, Kirke kitabını seçtim. Kitabı çok beğenmemin yanı sıra, karakterin melankolik halinde kendimden bir şeyler bulmuş olmam da etkilidir diyebilirim. Blog ismimden de anlaşılacağı üzere antik dönemlere, Yunan mitolojisine, Helenistik döneme ve hatta Aydınlanma Çağı bitişine kadar olan tüm tarihe ilişkin okuma yapmayı çok seviyorum. Hal böyle olunca Madeline Miller'ın Ben, Kirke kitabı beni can evimden vurmuştur. Erkek egemen Yunan mitolojisinde Kirke gibi bir tasvirin nasıl yer aldığını düşünürken, kitabı okudukça sırf kadın olduğu için pişmiş tavuğun başına gelmeyen şeyler yaşamış olduğunu farkettim. Güçlü bir kadın karakter olarak var olmak için ödediği bedelleri içiniz kan ağlayarak okumanız mümkün. Hem kadın olup, hem sürgün cezası alıp, hem de yetmezmiş gibi bir de cadı olan Kirkeciğim, kendi küçük dünyasından Glaukos, Nympalar, Odysseus, Hermes, Zeus ve niceleriyle ilgili neler anlatıyor neler.
Kısa bir selamlaşma ve girişin ardından gerçek dünyama dönüyorum. Kirke ve anıları üzerine detaylı bir değerlendirme için bir başka postta buluşmak üzere.


26 Aralık 2016

Vesikalı Yarim

Kimileri en çok ‘çok önceden rastlaşacaktık’ repliğinden etkilenmiş. Benim favorimse Sabiha’nın arkadaşının repliği olacak:
Çoktan kült ilan edilmiş bir filmle ilgili yeni birşeyler söyleyebilmeyi umut ediyorum. Önce 1960’ların genel havasından, kadın-erkek rollerinden ve özel-kamusal mekan organizasyonundan kısaca bahsetmem gerekiyor. Esnafların hep erkekler olduğu, ev işlerinin hep kadınların tarafından yapıldığı bir dönem daha. Yani kamusal ekonomi erkeğe, ev ekonomisi kadına emanet. Kentsel mekanın organizasyonu paramçparça. Kentsel mekanın merkezi çoktan çöküntü alanına dönüşmüş durumda. Manav Halil ve onun temiz kabul edilen dünyası kent merkezinin çeperindeyken, Sabiha’nın dünyası kentin merkezindedir. Kentsel mekanın organizasyonu böylesine birbirinden ayrılmışken, birbirine yabancı iki kişinin varlığını bildikleri ama sahip olmadıkları duyguları yaşamaktan kaçamamaları söz konusu. 
1960’larda çalışan bir kadınsan başına gelecek kötülükleri baştan kabul etmiş sayılabilirsin, ama bu özgürleşmenin bedeli de olabilir. Alkol, sigara, kahkaha ve sokaklar yalnızca kadına bu koşulla verilir. Patriyarka ve kapitalizmin el ele düzenledikleri kentsel mekanda pavyon kime aittir? Hediye niyetiyle getirilen sebze meyveler Halil’le dalga geçilmesine neden olur. Diğer taraftan garsonlar masalara ‘başka bir emriniz var mı beyim?’ der. Kadınların sesi erkekleri mutlu etmek için duyulur. Erkek dünyasının kadına verdiği iki rolden biri kamusalda erkeğin malı olmaktır. Bu duygusuz dünyada Sabiha Halil’e aşık olursa ne olur? Kadının doğasında olduğu söylenen adanmışlık yeniden kadını ele geçirir. Yemekler yapılır, dikişler dikilir, ütüler yapılır ve erkek sonunda kendini ‘sultan’ hissedene kadar soluklanılmaz. Kadın saçını toplar, makyaj yapmaz, dekolte giymez ve Halil’in onu hangi haliyle tanıyıp sevdiğini unutarak, onun beklentilerinin kadını olmaya adar kendini. Ve nihayetinde evi kamusaldan saklanabildiği bir barınak olmak yerine eve dönüşebilmiştir. Sabiha artık erkek dünyasının kadına verdiği ikinci rolü oynamaktan mutludur. Evinin meleği olmak. Ama sultana yetememekten, onun kendisinden sıkılmasından korkmaya başlamıştır. En mutlu anlarında Sabiha: “Benden memnun musun?” diye sorar Halil’e.
Peki Halil’in Sabiha’dan önceki hayatı ne düşünüyordu? Halil’in babası oğluna sessiz bir destek veriyordu. Belki kendi de bu korkunç sultanlıktan kaçmak isteyip bir yerlerde bir zamanlar özgürlüğün tadına varmıştı. Ne de olsa oğlu bir gün pavyon kadınından sıkılıp evine dönecekti. Bu sessizlik, ne düşündüğünü söylemesinden daha etkili bile olabilir. Diğer tarafta Halil’in arkadaşları onun bir ‘karıya’ tav olduğunu düşünür. Sabiha’nın arkadaşı Halil’in yolunacak iyi bir kaz olmadığını düşünür, sonuçta Sabiha’ya bir kat alamaz. Ve polis düzeni bozarlarsa onları kentin başka yerine süreceğini söyler.
Kamusalın bu görünen ve görünmeyen baskısı Sabiha ve Halil’i ayıracaktır. Erkeği küstürmekten korkan kadın ve kadının kamusala dönmesinden korkan erkek için birliktelik giderek daha zor hale gelir. Erkek erkekten, kadın kadından akıl alır. Kamusal baskı, sonunda Sabiha ve Halil’in evdeki özgürlüklerini kısıtlar, onları ayırır, ailenin gücünün yenilmez olduğunu vurgular ve patriyarkaya er ya da geç teslim olunacağını söyler de söyler.

Merve Altundal Öncü

2 Aralık 2016

Ünzile kaç koyun ediyor?

Herkese merhaba.
Bu ay 500 kere dinleyecek olduğum bir şarkıyı paylaşmak istiyorum. Size de 500 kere dinleyin demiyorum ama bir kere dinleyin ya. Şöyle ki ben bu şarkıyı geçen hafta arabada radyo dinlerken duydum. Anında tüylerim diken diken oldu. Dedim ki bu şarkıyı neden hiç duymadım, nasıl oldu da dinleyemedim. Aysel Gürel'in Ünzile ile tanışıp hikayesinden etkilenerek yazdığı bir şarkı olduğu söyleniyor. Türkiye'de kız çocuğu olmanın ne kadar ağır sorumlulukları olduğunu kimimiz tecrübe etti, kimimiz başkalarının hikayelerine şahit oldu. 1986'da bu şarkılar yazılırken, çocuk gelinler gündeme getirilirken bir de şimdiye bakıyorum. Ve popüler kültürün bizi getirdiği noktanın aslında 1986'dan da öncesi olduğunu görüyorum. Öyle ki ana dilimde yeni çıkan şarkıları dinlemediğimi gururla söyleyebiliyorum. O yüzden biz Ünzile'yi dinleyelim şimdi.


21 Haziran 2014

Yağlıboya

Yine yoktum ne zamandır. Çok işler yaptım, iş bile buldum. Evet dostlar çalışıyorum. Bu arada yağlıboya kursuna gittim. Hiçbir şey öğretmeyip yaptığımız resmi delicesine eleştiren bi hocamız vardı. Eee tabi mükemmel eserler çıkaramadım ama sırasıyla çalışmalarımı da sergileyecek cesaretim var :V Resim yaparken her şeyi unutuyorum, zaman nasıl geçiyor bilmiyorum falan filan derlerdi de inanmazdım. Biraz sabır işi olduğundan bazen zorlanıyorum ama yağlıboya benim ömürlük hobim oldu diyebilirim. Yaptıklarımın hepsini hediye ettim. Evde sadece Hedwig var, o da kardeşime hediye ettiğim için. Umarım beğenirsiniz. Merve

12 Şubat 2014

Ayın şarkısı

Mazzy Star - Into Dust, So Tonight That I Might See

Şarkı ödevimi yaparken bir anda aklıma geldi. Sonra 35 kere dinledim tabi arka arkaya. Şimdilerde Medcezir dizisi severler beni anlamaz, ama The OC sevenler için belirtmem gerekir ki bu şarkı Marissa-Ryan ikilisinde kullanılmıştı. Zaten o dizide kullanılan hangi şarkıyı sevmeyiz ki?

1 Aralık 2013

Mutluluk mutlaktır, karşılaştırmaya gelmese hiç

Vadideki zambak benim için efsanedir. Öyle aşk anlayışı geçmişte kaldı diyenlere inat okudukça moral bulduğum bir kitaptır. Aşkı ele alışından çok topluma bakış açısı daha değerlidir bana göre. Toplumla sınırlandırılmış inanç ve davranışlarımız var. Çoğunluğun yaptığını yapıyor olmaktan rahatsızlık duymak zordur. Eee herkes yapıyor demez miyiz? Çoğunluğun inandığı gibi inanma eğilimindeyiz. Herkes böyle inanıyorsa vardır bir bildikleri, bir akıllı ben miyim demez miyiz? Deriz. İşte şimdi de çoğunluk aşktan ne anlıyorsa bizde öyle anlamak zorunda hissediyoruz. Sanki her şeyin nasıl olması gerektiğine dair elimizde listeler var, sırasıyla yapmadığımızda karşımızdaki bizde bir bozukluk-eksiklik olduğunu düşünsün diye. Aşk ve sevginin ayrımını yapmanın gerekli olduğunu sanırdım. Yanlışımı şimdi anlıyorum, fazla erkekçe bir düşünme tarzım varmış. Balzac, bu ayrımı yapanın erkekler olduğunu ve böyle bir ayrımın bir kadını hasta edip öldürebileceğini anlatmış. Doğrusu ikna olmadım değil.

"Bilmiyorum, hangi öç alıcı el, toplumun örttüğü renkli perdeyi birdenbire kaldırıverdi. Benim kadar sizin de bildiğiniz şu kurbanların birçokları gözlerimin önüne geldi. Benim yola çıkışımdan birkaç gün önce, can çekişir bir durumda Normandiya'ya giden Mme de Beauseant! Adını kirleten düşes de Langeis! ... korkunç ölümle ölen Leydi Brandon! Çağımız bu tür olaylar bakımından çok verimli. Belki Mme de Mortsauf'u da öldürecek olan kıskançlığa yenilip de zehir içen şu zavallı genç kadını kim tanımadı? .....
Toplum ve bilim, bu mahkemesi bulunmayan cinayetlerin suç ortaklarıdır. Kederden de, umutsuzluktan da, aşktan da, gizli düşkünlüklerinden de, durmadan dikilip kökünden sökülen, bir türlü meyve vermeyen umutlardan da kimsecikler ölmezmiş gibi gelir. Yeni terimlerde her şeyi açıklamak için hünerli sözcükler var: Gastrit, perikardit. Adları kulağa söylenen, iki yüzlü gözyaşlarıyla yola çıkarılan tabutların geçiş belgesi olan binlerce kadın hastalığı. Bu yıkımın altında bizim bilmediğimiz bir yasa mı vardır? Uysal, sevgi dolu yaratıklarla beslenen zehirli bir can mı vardır? Tanrım! ben de kaplanlar ırkından mıyım?" Balzac.

20 Temmuz 2013

Maeve Binchy

İrlandalı bir yazar olan Maeve Binchy'nin romanlarını severek okurum. Bloguma yazmaya karar verip şöyle bir hayatına göz atınca geçen yıl ölmüş olduğunu da öğrenmiş oldum. Kendisi ateist ve feminist imiş. Her nasılsa, üç kitabını okumama rağmen kendisiyle ilgili tek düşüncem tam bir aşk kadını olduğudur. Gerisiyle ilgili en ufak bir ipucu yok. Doğrusu kitaplara kendinden bir şey katmadığını bile düşünmeye başladım  şuan. Neyse özel hayatıyla kitaplarını birbiriyle ilişkilendirememiş olabiliriz ama bu romanlarının harika olmadığı anlamına gelmiyor.

                        

Yukarıda gördüğünüz kitapları okuyabildim henüz. Kapaklardan anlaşılacağı üzere yazar deniz kenarında, küçük, şirin, alabildiğine sıcak kanlı insanların yaşadığı kasabaları tercih ederek bizi can evimizden vuruyor. Eh böyle yerler aşk hikayeleri için çok müsait. Romantik komedi filmlerinde eleştirdiğim mükemmel çiftlerin mükemmel şehirlerde tanışıp mükemmel aşklar yaşamaları gerçek hayatta pek olmaz. Bu kitapların da eleştirilebilecek tek yanı bu benim için.
Yine neyse diyerek olumsuz eleştiriden olumlu eleştiriye geçiyorum. Yazarın çok iyi bir betimleme yeteneği var ki, ben sanki şuan İrlanda'da bir kasabayı, Yunanistan'da da bir adayı gidip görmüş bulunuyorum :) Yani beni koyun Aiya Anna adasına yolumu bulurum. En son okuduğum Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler'i çok beğendim. Turistik yerlere sıradan bir turist gibi bakmamaya odaklanmış. Bir turist olarak çok fazla yerde bulunmuş olmama rağmen şu kitaptaki olaylardan bir tanesinin bile başıma gelmemiş olması, benim bildiğimiz sıradan bir turist olduğumun kanıtıdır :) Yazar kitapta demek istemiş ki,  bir senin yaptığın gibi tatil var (ot gibi), bir de böyle bir tatil var. Neyse. Kitapların dinlendirici bir yanı da vardır ki söylemeden olmaz. İçinde olay var ama ne kafanızı karıştıracak ne de sizi heyecanlandıracak. Sadece sırası gelince olayların çözülmesi için sakin sakin okunacak kitaplar. Her zaman değil ama bazen böyle romanlar iyi gider diyerek tavsiye ederim.

29 Haziran 2013

Batı Yakası Hikayesi

Yine özgür irademle kara vererek izlemediğim, ama izledikten sonra keşke daha önce izleseymişim dediğim bir filmdir West Side Story. Yeşilçam filmlerine olan ilgim herkesin malumu. Günümüzde 1960'larla  ilgili çok film yapıldı. Ama hiçbirisi o dönemde çekilenleri izlemekle kıyaslanamaz. Bu yıllara ait filmlerin konuları bana toplumsal duyarlılığın ne kadar da gelişmiş olduğunu düşündürür. İşte Batı Yakası Hikayesi  de böylesi bir toplumsal probleme odaklanmış: Amerikalı-göçmen ilişkisi.
1961 yapımı eski mi eski bu müzikal bende hayranlık uyandırmıştır diye söze girelim. Filmin gereksiz diyaloglarından yakınan, sıkıcı ya da uzun olduğunu düşünenler var. Ben filmi yeterince hareketli bulduğumdan şikayet etmeyeceğim. Porto Rikolu göçmenlerin çetesi Köpekbalıkları ve beyazların çetesi Jetler arasındaki sokak çatışması başlangıçta esprili bir havayla anlatılmış. Filmin ilk bölümünde daha çok Porto Rikoluların Amerikalılaşmaması ve girdikleri göçmen psikolojisine yer verilmiş. Ayrımcılığın had safhada olduğu ve aslında herkesin bir şekilde göçmen olduğu bir ülkede gerçek Amerikalıların kim olduğu da sorgulanmış. Şöyle ki eğer Avrupa kökenli beyaz bir göçmensen Amerikalı olarak kabul görebilirsin. Latin ya da siyahi isen hele bir de aksanlı konuşuyorsan vay haline. Irkçılıkla başlayıp Amerikanın tüketim kültürüne ve pahalılığına da eleştiri getirilmiş. Bu anlamda benim filmde en beğendiğim sahne America sahnesidir:
Göçmenlerin dertlerinden sonra beyazların da aslında kendilerince dertleri olduğunu anlatan bir bölüm var. Çoğunlukla ilgisiz aileler, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, adalet düzeni gibi şeyler :F  
Bu bölümden sonra yıldırım aşkına geçiyoruz. Şahsen benim inanmadığım bir söylenti olduğu için filmdeki aşk da beni çok etkilemedi açıkçası. Dolayısıyla filme modern Romeo-Juliet uyarlaması denilmesini dikkate almayıp, komedi-dram olarak görüyorum. Bu arada filmin efsane müziklerinden bahsetmeden olmaz. Herkesçe bilinen I Feel Pretty bu filmdendir bilin, öğrenin bunları gençler.
Değinmeden geçmek olmaz. Filmi izlerken Michael Jackson'ın Bad ya da Beat it kliplerini anımsayacaksınız. Demek ki o da çok etkilenmiş olacak ki Beat it filmin kısa versiyonu gibi. 152 dk süren filmin özetinin özetini yazdım sizlere. 10 Oscar kazanmış olduğunu da belirtip izlemenizi tavsiye ederek yazıma son veriyorum. 

25 Mayıs 2013

Angus & Julia Stone

En son bloguma ne zaman yazdığımı görünce şaşırmadım. Çünkü aylardır nasıl bir yoğunluğun içinde olduğumu ben bilirim:V O kadar zamandan sonra ne yazsam diye düşünmekten tez konuma vakit kalmadı onu da yine ben bilirim:V Deli gönül sevdasını da ben bilirim:V Neyse.

6 aydır filan dinliyorum Angus & julia Stone ikilisini. Araştırdım ki pek bilinen bir grup değilmiş. Çok popüler olmamaları benim için sevindirici, ama sevgili okurlarıma da tanıtmadan olmazdı. Şarkıları yolculuklarda iyi gidiyor benden söylemesi ;) Özellikle tavsiye edeceğim şarkılarsa şöyle:

- En iyisi en güzeli en favorisi Draw your swords -

- A book like this -

- For you -

Related Posts with Thumbnails

Etiketler